Friday, November 5, 2010

Bir Harita Taslağı

Yeni bir hikayeye başlayacaksam, ya da başladığımı hayal ediyorsam, her şeyi bir sis yığınının ardında görüyorum. Yoğun, katışıksız bir şeyler sisin ardında yaşanıyor ve benim işim de sisi dağıtmak. Ama çok fazla da dağıtmamalıyım, izleyenler / okuyanlar her şeyin orada, sisin ardında gerçekleştiğini unutmamalı. Çıplak gerçek değil bu. Benim beynimden sızan bir şey. Bir yerlerde kapanamayan bir açık olmalı.

Bir kez kendim de gördükten sonra bu sis yığınını, içine doğru yürümeliyim. Ayağım takılabilir, düşebilirim, sisten çıkan bir kurşun beni yaralayabilir, ya da öldürebilir. Hatta kaybolabilirim bile. Ama yine de yürümeliyim işte. Burada duramadığım kesin, yürümek bir zorunluluk benim için, koşulların olgunlaşması ile akacak bir süreç değil. Yürürüm ve belki de varolma şansına varırım, ya da yürümem ve ölürüm. Bu da bir yanıyla sisin içinde olmayı andırıyor ama aynı şey değil.

Çünkü;

Kendini olduğundan daha güçlü zannederek yazamazsın.

Yazdığını olduğundan daha önemli sanarak yazamazsın.

Yaşamadığını -zihninde, ya da günlerinde- yazamazsın.

Yazılamayanı yazamazsın.

Ama yaşanacak olanı yazabilirsin, çünkü gelecek bugünde başlar.
Hayal ettiğini yazabilirsin, çünkü hayal kurmak yaşamanın başka bir formudur, aksi değil.

Neticede hep aynaları yazarsın, seni olduğundan daha büyük, daha küçük, daha güzel ve çirkin, daha sen gösteren aynaları.
Işığın altında kırılır, değişir, dönüşür gölgeler.


Thursday, October 14, 2010

İki Kişi

- Neden hikayelerindeki insanlar gibi konuşmuyorsun?
- Çünkü onlar hikaye.
- Sen de öylesin?
- ...

Der ve bir kapıyı daha açar gerçeği sevmeyen kişi. Kapalı kapılarım olduğunu keşfetmenin zevkini çıkarmaktadır. Çok açılmaktan korkar, sığ sularda kalmayı da beceremez susarım. Bunun üstüne "neden sustun, gerçek bir kişi gibi de mi konuşamıyorsun yoksa" der, iki kişiyiz zaten bu ıssız dünyada, ne kadar konuşabilirim ki derim, ya da demem, der gibi bakarım ve anlar diyemediğim pek çok şeyi.

Uykusuz gecelerimde benim yerime de uyur, göremediğim düşleri de görmek için. Gözlerine bakar, renklerin kirpiklerinden akışını izlerim. Uyanınca hatırlamaz, bütün gece ne yaptığımı sorar, hiç derim. Onsuz bir şey yapmama katlanamadığı için karşıma oturur ve birlikte hiç yapmaya başlarız. O sırada insanlar işe gitmekte, işyerleri, plazalar inşa etmekte ve ağaç kesmektedirler. Biz, hiç yaparız. Tehlikeli bir oyundur hiç yapma oyunu, çok fazla hiç yapan yaptıklarının içinde kaybolabilir. Kaybolmamak için günleri ufalar ve geçtiğimiz yollara serpiştiririz. O, günlerin kırıntısının bizi bir gün başladığımız yere götürebileceğine inanır, bense nerede başladığımı bir türlü hatırlayamam. Yapamadığım pek çok şey gibi, bunu da görmezden gelir.

Bir gün ikinci kişi olacağını bilmeden yaşamıştır bugüne kadar ikinci kişi.
Ben de bir gün iki kişilik bir dünya bulabileceğimi bilmeden kaçtım bugüne kadar pek çok kişiden.
Pek çok kişi de görmedi benim koynumda taşıdığım sürekli, sürekli göçmekte olan bir kuşa sahip kişiliği.
O gördü.
Tıpkı benim yerime, göremediğim düşleri de gördüğü gibi.

Tuesday, October 5, 2010

Özür Dilerim



İnsanlar arasına karıştığım için kendimden özür dilerim.
Onları sevmeyi denediğim için de.
Rilke'yi tartışmak yerine Kıbrıs sorunu tartıştığım için şiirden,
modernistleri savunmak yerine TDP'yi savunduğum için Virginia Woolf'tan,
özür dilerim.
İkisi bir arada yürür sandığım, benliğimi çoktan masallara verdiğimi fark etmediğim için, hayal gücümden özür dilerim.
İnsanların çirkinliklerinden onlar yerine utandığım, bunu da kimseye itiraf edemediğim için, özsaygımdan özür dilerim.
Herkes kadar kirlendiğim için tenimden,
herkes kadar konuştuğum için sessizlikten,
herkese tahammül etmeyi öğrendiğim için yalnızlıktan,
özür dilerim.

Bilmem telafisi mümkün müdür?

Sunday, October 3, 2010

Sanat Ne İle Yapılır?


2 yıl önce denenmiş ama yazılamamış bir yazıdan;
"Şu sıralar sorduğum soru bu. Hatalı bir soru olsa da, konuyu bir problematik olarak ele alma eğilimindeyim. Hatalı, çünkü cevabı verecek olan kişiyi belirli ön kabuller ile düşünmeye itiyor. "Sanat ne ile yapılır" sorusu, sanatın belirli şeyler ile yapıldığına ve bu şeylerin yaratım sürecine dışarıdan dahil edildiğine işaret ettiği gibi, tüm sanatsal alanları kapsayıcı bir formül olduğunu da imliyor. O halde Kafka'dan mülhem, devam edip sonra başlayarak sorunun işaret ettiklerini somutlaştıracak olursak;
  • Sanat "yapılır", bir oluş değildir.
  • Sanat eserleri kişisel yapısal özelliklerle birlikte, "sanatsal" olmaktan gelen ortak bir formülasyona da sahiptir.
  • Bu formülasyon parçalara ayrılabilir.
Sanırım parantezi açmaya elverişli nokta burası: Bir sanat eseri kendi içinde parçalara ayrılabiliyor ise, söz konusu parçalar kendi başına sanatsal bir değer taşıyabilir mi? Eğer taşıyamazsa bir araya geldiklerinde sahip oldukları "artı değeri" yaratan nedir?

Keman sesleri,
kıvrak bir akerdeon;
orta yaşlı bir kadının
alkolden çatlayan sesi;
kaldırımda sivri bir topuğun
yaralı bir hayvan gibi sekmesi.
Bir yırtmacın dayanılmaz cazibesi.

Roni Margulies'in La Vie En Rose şiirinin yukarıda alıntıladığım ilk kıtası üzerinden ilerlemeye müsait bir zemin sunuyor; şiirin bileşkeleri neler?
1) Şairin gözlemlediği somut şeyler (keman sesleri, alkolden çatlayan bir ses vb.)
2) Şiir içindeki objelerin kişisel tarihi (orta yaşlı kadının sesinin alkolden çatlamış oluşu)
3) İzleyen bir göz olarak şairin sesi."

Yazıyı tamamlayamadığım gibi, yazdığım kısmından da hoşnut olmamıştım çünkü ben oyuncu özneden, düşünen özneye dönüşmeye çalışırken o, her satırda bana, sanatın genel geçer bir formülü olamayacağını, bu arayışın manasızlığını hatırlatıyor ve beni sezgilerime daha çok yaslanmaya çağırıp korkutuyordu. Neticede ben de oynamaya devam ettim, ama düşünerek. Düşünerek oynadım, oynayarak düşündüm (Zaten, eskrim de en sevdiğim spor. Maskesiz ve korunmasız oynanması taraftarıyım).

Şimdi iki sene sonra, Londra'da bir oda, odada yağmurun sesi, yağmurda bir kaç kelime belli belirsiz duyulan.
Ama, sanat ne ile yapılır?

Sunday, September 26, 2010

Paragrafa Dönüşme İhtimali Nedeniyle Silinmeyen Cümleler



Gitar mı çalsam, kavga mı etsem, şiir mi yazsam?

Belki bir uçurtma..ya da bir silah, revolver.

Bir yol bulsam, bir yere gitsem, herkesi özlesem -özlenirken herkes güzeldir.

Yolu çıplak ayak geçsem, bıraksam, mesafeler beni yorsa.

Olduğum tüm adamları olsam gene, olduğum tüm çocukları, öldüğüm kereler ölsem, doğduğum kereler doğsam.

Yine o düş, yine o gerçek, yine o yağmur.

Ve tutku; devralınmış bir krallık gibi.

Çünkü yaşamak güzeldir.
Çünkü yaşamak güzeldir.
Çünkü yaşamak güzeldir.
Çünkü.
Yaşamak.
Güzel.

Bitimiyle bile.

Sunday, August 22, 2010

Günlerin İçinde

Piyano’nun tuşları,
son kelimeleri gibi
bir hikayenin,
uysal ve tek tük
sabahın sessizliğinde.

Görüyor ve susuyorum,
dokunmamak için,
ince gövdelerine;
güneşte kuruyacak,
insanlar arasında,
günlerin içinde.

22-8-10
Greenwich, Londra

Wednesday, August 4, 2010

Masal

Çok derinde bir sancı,
kar yağmış sanki üstüne.

Ağaç, karın üstünde ve
birkaç yaprak ağaçta

Rüzgar esmiş, koparmış.

Bir gece bir kedi,
eşelemiş yağan karı,
bu şiiri çıkarmış,

ve duymuş,

Tuesday, August 3, 2010

04:56

"Üç büyük y" hep aklımdaydı zaten, ama insan hep uzaklara bakınca kendi eksenine yabancılaşıyor işte. Bir süre sonra alttaki yazıyı silerim, silmek istediğim başka yazılar da var. Dile gelip "silgin onlara mı yetti" diye beni taciz etmeden, hiç oralı olmayacağım bazı yazılar ve zaten baştan silik olanlar da var. Yaşanmadan biten anlar var. Yaşanamayacağı için güzel olanlar da. Ve bir anlam, yok, ve perde:

sayın annem virgül, sayın babam virgül, sayın cebirci virgül,
sayın leyla virgül, sayın hakim virgül, sayın komutan virgül,
sayın aslı virgül, lokantaya gelen sayın salak virgül,
sayın komser virgül, sayın doktor virgül, sayın hemşire virgül,
sayın deli
arkadaşlarım virgül, sayın herkes üç nokta yanyana
rahat tıp!

satırbaşı çok sıkıcı geçen hayatıma artık son vermeye
karar verdim nokta
zaten bu hayatı
ben istemedim nokta
siz beni getirip bu dünyaya koydunuz nokta
sonra virgül nerden çıktı bu çocuk dediniz soru işareti
nerden çıkmış olabilirim ki soru işareti
rahat tıp!

satırbaşı küçükken hiç oyuncağım olmadı virgül,
ayak başparmağımla oynardım nokta
sağ başparmağımın adı kelamettin'dir nokta
okula gitmem bir hataydı nokta
okul bize gelebilirdi nokta
askere niye gittim üç soru işareti yan yana ardından üç ünlem
bilinemiyor dört ünlem
çok aptal işlerde çalıştım noktalı virgül
param olsun diye virgül evim olsun diye nokta
varolmak için yani ünlem
varoluşcu kelami miyim ben soru işareti
varolmak neymiş soru işareti
rahat tıp!

satırbaşı
giderek anlamsızlaşan varoluşuma son vermeye karar vedim nokta
son kararın mı kelami soru işareti
evet kelami ünlem
kelami konusu burda
kapanıyor nokta
ayrıca şunu da belirtmek isterim noktalı virgül kelami diye isim olmaz ünlem
ilerde zaten isimler olmayacak virgül herkesin bir pin kodu olacak nokta
rahat tıp!

satırbaşı mezar taşıma şöyle yazılmasını istiyorum iki nokta üstüste
iki nokta yan yana altı nokta oldu (güler!)
hiç fikrini almadan
seni biz yarattık kelami

sevgi şevkat göstermeden
seni biz büyüttük kelami
okul, askerlik, hayat
seni biz delirttik kelami
bir çiçektin
sulamadık
.*

*: Ferhan Şensoy, "Beni Ben Mi Delirttim?" oyunu kapanış tiradı

Saturday, July 3, 2010

Bugün, Burada

Asardın okulu her sabah
Sen de aşıktın bir zamanlar,
Geceleri sokak sokak gezerdin
Ellerin ceplerinde yıldızları sayarak

İnsan sevdası on beşinde
Horoz şekerlerine güneşlere benzer,
Gülerdi tramvaylarda bir küçük kız
Bekareti beyaz dişlerinde

İçi kadın çamaşırı doluydu vitrinlerin
Allık pudra, frenk altını küpeler,
O tarihte dükkanların önünde
Dalıp giderdin

Çok zaman önce uykusuz bir gecede keşfetmiştim Cahit Külebi'nin bu şiirini. O geceyi diğer uykusuz gecelerden farklı kılan şey buydu. Gülmüş, şiirdeki hüzne uzaktan bakmış, belki biraz da küçümseyerek bir gün okulu asmayı bırakır, ellerim ceplerimde sokakları arşınlamazsam böyle mi hissedeceğim diye sormuştum kendime. Hep başkalarının, başka insanların, şeylerin değişeceğini zanneden birinin iyimserliği.
Bu gece başka bir uykusuzlukta yine bu şiiri hatırladım. O zamanlar aşık olduğum kadın İstanbul'a konser vermeye yine gelir mi? Sanmam. Buralarda da çok duracak gibi bakmıyor zaten artık. Yaşayacak çok bir şeyi kalmayan birinin huzuruyla, uzak bir ülkede, gülümsüyor.

Öfke, öldürdüğümüz aşklar için, vaz geçilen düşler için öfke. Alışılan yenilgiler, unutulan arzular için öfke. Öfke, karanlıkta büyüyen gölgeler gibi, üzerimize doğru yürüyen geleceğe öfke. Öfke öfkesizliğe, teselli için bulunan cevaplara, nedenlere öfke. Öfke, tramvaydaki kızın indiği durağı bilmemeye öfke. Uykusuzluğa saklanan, pusuda bekleyen şiirlere öfke.

İki uykusuzluğun arasına sığacak kadar büyük bazı kayıplar. Kendimi teselli etmeyeceğim, ellerim yine ceplerimde. Ama arşınlanacak bir sokak kalmadığını artık biliyorum.

Thursday, July 1, 2010

Rota Noir


Mantık istemiyorum, algı istiyorum. Dağı tanıyan kişi, tanımasa da olur uçurumu.

Seni istemiyorum, gölgeni istiyorum. Hiç konuşmaz, susar benimle o.

Resimli kitaplar istiyorum, başka şehirlere ait resimler, başka bir dilde, yeni duyulur her şey. Sonra unutulur.

Çekmecelerini açmak istiyorum, sonra içine girip saklanmak.

Takdir edilmek istemiyorum. "Seni onaylıyorum" demenin başka bir yolu bu.

Eski, cilası dökülmüş, siyah bir piyano istiyorum.

Eski, dikişleri sökülmüş siyah bir ceket.

Eski, kilidi kırılmış siyah bir sandık.

Eski, unutulmuş ya da hiç okunmamış bir mektup. Siyah bir zarfın içinde.

Renk istemiyorum.

Bağışlamak istemiyorum. Bağışlanmak da.

İtiraf etmek de istemiyorum, sır saklamak da.

Seni de istiyorum, sensizliği de.

Kendimi istiyorum, sende, yaprak döken bir ağaç gibi büyümek sende.

Sonra hepsi bitince, çıkarıp siyah piyanonun üstüne atmak istiyorum siyah ceketi, siyah zarftaki mektubu okuduktan sonra, sandığa kapatıp kapatılması gerekenleri, resimdeki şehre gitmek üzere.

Sunday, June 20, 2010

Ill-usions


Ben huzur içinde uyanıp sabah sessizliğinde ufak bir yürüyüş yaptıktan sonra eve dönüp müzik dinlemeyi planlıyordum ama, vücudum bana beklediğimden çok farklı bir şey verdi. Önce sabahın dördünde midemden gelen bir sarsıntıyla uyandım, sonra nefes almak güçleşti, yanaklarımdan süzülen ter mi göz yaşı mı ayırt edemedim. Üç gündür yorgan döşek yatıyorum. Abartılacak bir şey yok, öğrendiğime göre saçma bir virüs vücuduma yuvalanmış. Ateşimi bir saat içerisinde 38 dereceden 40 çıkartıp sonra aniden 35 indiriyor. Dinlenmekten ve kimyasallar yutmaktan başka yapacak bir şeyim yok. Ama, belki de farkında olmadan uzun süredir böyle bir şey beklediğim içindir, bu hastalığı her açıdan benzersiz bir deneyim olarak yaşadım, yaşıyorum.
Öncelikle üç gündür kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım tek bir kelime bile not almadım. Not almayı bir kenara bırakın önemsediğim bir maile cevap da yazamadım, aldığım smsleri karşılıksız bıraktım, telefonlara çıkamadım. Bu kez cidden kendi kendimeydim.
Fiziksel acı parmaklarını üzerinizde gezdirmeye başlayınca öyle varoluşsal problemlerle kafayı bulmaya pek vaktiniz kalmıyor. Ama buna rağmen varoluşunuzu daha da çok hissediyorsunuz. Paramparça, göğüs kafesinde toplanan sıkışma hissi ile midede oluşan yanma hissi arasında gidip gelen acıya konsantre olmaktan parçalanmış bir algı ve çevresinde olup bitenleri zorlukla hisseden bir bedeni taşımak zorunda kalmanın bir sabah başka bir ülkede uyanmaktan hiç bir farkı yok. Çirkin, tekinsiz ve sıkıcı bir ülke ama başka bir ülke yine de.
Peki bu başka ülkede hırpalanmış bedenimi özgürce sancıdan yapılma ormanların içerisinde dolaştırınca ne buldum? Şu an oldukça uzak ve tuhaf görünen, bir hafta önce ise bana bir şeylerin değişmekte olduğunu iliklerimde hissettiren bazı soruların cevaplarını.

Neden bir süredir yazmak bir sancı idi?
Çünkü kendi hayatım dışındaki hayatlara tahammül edebilme eşiğimi artırınca, edebiyat defterin kapağını açıp kapattığım süre arasında yaptığım bir şey oldu ve bu haliyle bir değeri yok.

Çünkü, yazarken esas yapmakta olduğumun kendime yeni bir bellek, gerçek, hayat tasarlamak olduğunu unutmuştum.

Çünkü yazdıklarım benim derindeki dinamiklerimle o kadar özdeşleşmişti ki hiç bir şey yeni tınlamıyordu.

Galiba yattığım yerde terler saçarak, yüksek ateşten titreyerek, öksürerek bir şeyleri vücudumdan ve aklımdan attım. Ateşim düşsün, huzurla uyandığımda yürünecek bir yol göreyim, valizimi bir kere daha toplamak da, yine yolda olmak da, yeni bir ses bulmak da zor değil. İnan değil. Hiç değil.

Wednesday, June 16, 2010

Ars Poetica

"Toplumun kavgasını yaz,
yumruğunu havaya kaldırarak"
diyor biri,

"Hükümetin ekonomik programını yaz"
diyor bir başkası,

"Kitle iletişim araçlarınının,
birey algısı üzerindeki demoralize edici
etkisini yaz ki,
ne kadar zeki olduğunu anlayıp
seni alkışlasınlar"
diyor, bir başka yazar

"Beni yaz" diyor arzuyla,
daha önce hiç yazılmamış
bir kadın.

Ben ise gemileri izliyorum,
beyaz yelkenli,
ahşap ve sessiz gemileri.
Suda açtıkları çizgide, sessizce
ilerleyen,
küçülen
ve,

Thursday, June 10, 2010

Yazı Notları - Yazamama Notları

Merhaba, gene ben!
Geri dönen, adresini bulamayan bir mektubu postalamakta ısrar eden biri gibi, ben. Israrımın bir nedeni var, var çünkü not defterime, yazı defterime, karalama defterime ve çeşitli defterlere sürekli bir şeyler karalayıp sonra bunları kimse görmesin diye bir çekmeceye kaldırmak bazen beni de yoruyor. İki yılda yazıp, yazdıktan sonra üç dört kişi hariç kimsenin görmesine izin vermediğim ve yakında da yavaş yavaş, sayfa sayfa yakmayı düşündüğüm bir romanım da var.
Bütün bunların var olduğunu söylemek bazı şeylere de sahip olmadığımı söylemenin kestirme yolu. Oturup dar bir çerçeve çizdikten sonra o çerçeveye bir şey sıkıştırarak kapanacak bir açlığım yok mesela. Her şeyi bildiğime kendimi ikna edip sonra laf ebeliğine soyunacak kadar küçücük bir beynim de yok. "Aman ne derler" diye benim, kendimi adam akıllı değerlendirmemi engelleyecek bir ahlak duygum da.
Bir pencerenin pervazında oturdum ve düşmeyi bekliyorum. Oraya nasıl çıktığımı hatırlıyor değilim ama yolun bundan sonrasını yani düşüşümü iyi hesaplamam gerektiğini bildiğim için sürekli aklıma tutunmaya çalışıyorum. Bugün de öyle yaptım ve bir aşağıdaki yazıyı neden beğenmediğimi düşündüm. Bu kez gene yolda kaybolmamak için (varan bir!) oturdum ve tüm nedenlerin listesini çıkardım.

  1. Yolda kayboldum, bir yerde başladım ama bir yere varmadım.
  2. Bu aralar birbiriyle alakasız çok fazla şeye kafa yorup çok fazla şey yapmak istiyorum ve bunlar o can havli ile yazdığım şeyin içine doluşuyor.
  3. Bitmiş bir resmin bitmiş olduğunu fark etmeden onu fırçam ile hırpalamaya devam ediyorum.
  4. Sade, sade, sade, sade olmak istiyor ama defalarca kez anlaşılamamın (anlatamamanın) sıkıntısıyla çok konuşuyorum.
  5. Çok fazla kendimden ibaretim. Yazdıklarımı okurken bir odada tek başına yaşayan ve başına hiç bir şey gelmeyen bir adam görüyorum. Halbuki gerçek bu değil.
  6. Spleen. O kadar haşır neşir oldum ki, artık yeni bir deneyim değil.
  7. Oyun oynamayı unuttum. Kar yüzünü okşamaya başladığında siyah paltosunun içinde daha da küçülen, sonra da yolun karşısındaki kadına baktığında ona bilmeden çaresizliğini itiraf eden bir adam hakkında yazmanın nesi yanlış?
  8. Büyük idealleri, büyük kavgaları terk ettim ama beynimin kıvrımları arasında bir şeyler kaldı.
İlk kez haiku okuduğumda durgun bir gölde yüzdüğümü hissettim ve bu duyguyu hiç kaybetmedim. İlk kez Dostoyevski okuduğumda da içimde bir heyelan gerçekleştiğini hissettim ve bu duygu da beni hiç terk etmedi. İlk kez Puşkin okuduğumda bir gece vakti, bir kar sessizce üzerime yağdı. Ama benim ne yapmakta olduğuma dair elimde hiç bir fikir yok.
Sabır... sabır.. Sıkıntıyı not almakla iyi yapıyorum, bırakırsam delirecek ve bir daha yazmayacağım. Bunu herkesin önünde yaşamakla da iyi yapıyorum çünkü bunu da kendime saklarsam "yazarken kimseyi ciddiye almıyorum" demem bir yalandan ibaret olacak. "Kendimi tekzip edeceğimi biliyorum" demiştim, oldu işte..

Wednesday, June 9, 2010

Nihil Est In Intellectu

Lüzumlu Ön Not: Bu yazıyı yazmadan önce, yazdıktan sonra ondan tiksineceğimi, beğenmeyeceğimi ve sinirimi bozacağını biliyordum. Yazmayı deneyip yarım bıraktım, ama hala biliyorum. Bir şeyin altına imza atıp onu insanların görmesine izin vermek genelde yazılan şeyin arkasında durulduğuna işaret eder ama ben bu yazının arkasında durmadığım gibi size ne hoşça vakit, ne anlamlı bir düşünce ne de edebi bir haz vaat etmiyorum. Güzel bir şeyler okumak istiyorsanız gidin Virginia Woolf, Samuel Beckett ya da Tove Jansson okuyun. Ben öyle yapıyorum. Kıskanana kadar.
_________________________________________________________

"Biraz daha burada oturup bu resme bakmaya devam edersek, sonunda resimdekilere benzemeye başlayacağız." Biraz daha burada oturursak vücutlarımız pastel renklere bürünecek? Biraz daha burada oturursak biribirine bakan iki kişiden ibaret kalacağız? Biraz daha burada oturursak birer insandan çok birer figür gibi yaşamaya başlayacağız ya da sadece çok uzun süredir burada oturuyor ve bu resme bakıyoruz? Hangisini demek istiyordu? Soğuk ve sessiz bir müze salonunda bu kadar belirsizliği kaldıramadığımdan olsa gerek döndüm ve imdat dileyen gözlerle ona baktım. O da bana baktı. Karşıdaki resme bakar gibi birbirimize baktık ve ben dediği gibi bir resme dönüşmekte olduğumuzdan korkmaya başlıyorken nihayet bakmaktan vaz geçip konuştu; "Neden bana sormuyorsun?"
- Neyi?
- Ne demek istediğimi.
- Sen ne demek istediğini biliyor musun?
- Ukala! Sen ne sormak istediğini biliyor musun peki?

Hayır bilmiyordum. O da benim bilmediğimi biliyordu. Zaten buraya gelmemizin de başka bir nedeni yoktu. Bir kaç aylık bir sessizlikten sonra beni yine ziyaret edip, bıraktığından daha kötü bir şekilde bulunca önce derin bir sessizlikle evin içinde dolaşmış, sonra bir hınçla pencereleri açmış ardından da küçük bir çöplüğü andıran o yeri yeniden bir eve benzetmişti. Benim fikrim alınmamıştı tabii ki. Ona göre ben, çok fazla fikri olduğu için fikirleri önemini kaybeden birisi idim artık. Şimdi de beni yeniden bir insana benzetmek için didiniyor, beni zorla saklandığım yerden çıkarıp yeniden müzelere, oyunlara, sinemalara götürüyordu. İşkence ettiğinin de farkında değildi. "Sen de bunun bir tedavi olduğunun farkında değilsin." Ve her şeyden de sinir bozucusu, aklımdan geçenleri okuyabildiği de oluyordu.

- Senin bilmen mümkün değil zaten. Hayatın hayattan ibaret olduğunun o kadar farkında değilsin ki, kendi kendine düşünürken bile bir öyküyü okur gibisin.
- Hayır, hayatın hayattan ibaret olduğunu o kadar iliklerime dek hissediyorum ki onun başka bir şey olmasına ihtiyaç duyuyorum ve öykü de güzel bir alternatif.
- O kadar güzelse neden her öyküden sonra içindeki tiksinti depreşiyor ve yeni öykülere ihtiyaç duyuyorsun?
- O duygu bir itki. Eğer yazdıklarımı seversem başka bir şey yazamam. Başka bir şey yazmazsam başka bir şey yaşayamam ve olduğum yerde durdukca çürümeye başlarım.

Söylediklerine verecek bir cevabım var, iyi. Ama kendi söylediklerime? Ona değil sadece kendime söylediklerime? Onun bile duyamadıklarına? Konuşurken net ve anlaşılır olduğumu söylüyorlar, ama düşünürken sadece bir uğultu halinde düşünüyorum. Düşünürken kelimeleri kullanmıyorum ve onlardan cümleler yapamıyorum. Kim neden benim aforizmalarıma, işaret fişeklerime ihtiyaç duysun ki? Ben neden duyuyorum? Son dediklerimden kaçını duydu acaba?

-Ufak bir kısmını duydum.

Ufak bir kısmı olsa da duydu. Ben netleştikçe duyuyor, ben uğuldadıkça uzaklaşıyor. Hayır bir anlatı değil bu, öyle olması için bir şeyi anlatıyor olmam lazım. Yaptığım şey de yazarlık değil, kendi kendime deviniyorum. Ya başkalarının yazılarındaki işaretlerle kendi haritami okuyunca varmak istediğim yere eninde sonunda varacağımı düşünmem bir hata ise? Ya varılacak bir yer yoksa? Bu resimler, bu sessizlik ve bu soğuk, hepsi buysa?

- Bana sadece bir müzede oturup bir resme bakıyor olmayı bu kadar karmaşık yapanın ne olduğunu anlatır mısın?
- Deneyebilirim.
- Bekliyorum..
- ...
- ...
- Şu resim, 250 yıl önce yapılmış. Yanındaki karta göre, güney Fransa'da. Yapıldıktan sonra zengin bir tüccar tarafından alınmış ve ardından 150 sene kadar başkalarının evlerini de gezmiş. 100 senedir de burada, bu duvarda asılı.
- Evet?
- Bu resmi yapan ressam, artık hayatta değil. Fakat bu resmi yapmadan önce bir hayatı vardı. O hayatı bir tüccar olmak için de kullanabilirdi ama yapmadı. Ona bu resmi yaptıran duygular ve düşünceler 250 yıl boyunca yaşananların arasından süzüldü, süzüldü ve bugün burada hala yaşıyor. Resmin nesnesine sahip olanlar ise öldü ve isimlerini bile bilmiyoruz. Ben de hayata dahil olamadığım için kendi duygularımın o hayatın arasından süzülmesini ve benim yerime yaşamasını istiyorum. Bunun olamadığını her hissettiğimde ise nefesim sıkışıyor, kendimi insanlar, sokaklar ve evlerin arasında hapsolmuş hissediyorum. Bir yere kaçmak istiyor ama kaçmaya çalıştığım yeri de sevemiyor ve olduğum yerde kapana sıkışıyorum.
- Cevap verdiğine emin misin?
- Cevap vereceğim demedim, deneyebilirim dedim..

Belki düşündüklerimi bir mantık şemasına oturtup sonra da başkasının düşündükleri ile desteklersem huzurlu olmayı öğrenebilirim. Ya da aynı cümle içerisinde Derrida, Spinoza ve Wittgenstein'ın adını ansam hangi bağlama dahil olduğumu anlayabilirler. Bütün bu kakafoniden bir felsefe kırıntısı doğururum. Ama bunların hiç birini de istemiyorum ki? Ne istiyorum ben?

- Temiz bir dayak.

Güzel bir yatak, yatağın yanında içinde gecetütenler olan bir vazo. Yatağın karşısındaki pencerede görünen ve doğmakta olan bir güneş. Sabah rüzgarı ve sessizlik. Hayır! Hayır, mutluluktan vaz geçtim. Mutluluk yanıltıcıdır, aptallaştırıcıdır. İnsanı kendi yerinin kutsallığına ve o yerde olmayan herkesin lanetine inandıracak kadar aptallaştırıcıdır mutluluk. Güçsüzler, beyinsizler içindir. Mutlu insanlar içindir. Taksitle araba alınca rahatlayan, pahalı bir evde oturunca değerli bir hayat yaşadığını sananlar içindir. Hayatında bir kere Celine okumamış olanlar içindir. Benim için değil.

- Seni böyle kendinle kavga ederken görünce içimden sana yardım etmek geliyor.
- Bana acımaya mı başladın yani?
- Hayır, hala daha anlamsız bir kavganın içinde olduğunu düşünüyorum, ama galiba artık ben de o kavgaya dahil olmak istiyorum.
-...
- Biraz daha pervasız olsan. Sadece yazsan gerisini düşünmeden.
- Düşünmesem yazmam zaten.
_________________________________________________________

Daha çok yazmayacağım midem bulanıyor. Bugün ısrarcı olmanın günü değil, hem de hiç.
Belki de gerisi yoktur diye.

Sunday, May 30, 2010

Hiçlik ve Bir Mektup

Merhaba,

Artık adresini, nerede olduğunu ve kim olduğunu bilmiyorum. Bu yüzden bu mektubun sana ulaşacağından emin değilim, eğer ulaşmazsa ama onu hala bekliyorsan senden özür dilerim. Yazmak için geç kaldığımı ben de biliyorum, en azından sen hayatta iken yazabilirdim. Ama muhtemelen benim tek hatamın bu olmadığını hatırlıyorsundur. Bir zamanlar senin hep orada, olduğun yerde kalacağını ve bekleyeceğini sanmam da hataydı. Benim hep sana varmak isteyeceğimi düşünmem de. Özür dilerim. Özür dilerim çünkü ben günlerce, başka hiç bir şey yapmadan özürler dileyebilir, herkesin hesabına yazılabilecek yüzlerce yanlışlar ve suçlar bulup sonra da bunların hepsini üstlenebilirim. Artık haklı, doğru ve sahici olmanın erdemine inanmıyorum. Zaten inanacak başka bir şeyim de kalmadı. Ne bir tanrım, ne küçük yalanlarım, ne de cebimde sakladığım süresi geçmiş tren biletlerim var. Sadece sessizlik.
Gideceğini bilmiyordum çünkü gitmeye takatin yok gibi görünüyordun. Eminim ki sen de bilmiyordun. Çünkü aramıza giren tüm bu mesafeye rağmen benden sakladığın bir yüzün olduğunu düşünmek çocuksu bir hayal, inanması güç bir şaka gibi geliyor, hala. Seni o insanların arasında izlerken, tamamlayamadığın cümlelerin nerede bittiğini düşünürken "gelecek" diyordum. O yüzleri, o sokakları, o gerçekleri aşıp gelecek ve ben, onun tüm bu uğultuyu yavaş yavaş soyunmasını izleyeceğim. Gelecek, ve bana geçtiği yolları, o yollarda gördüklerini anlatacak. Gelecek ve geldiği zaman ben burada olmayacağım, biz burada olmayacağız, biz başka bir yerde olacağız, çünkü gelmiş olacak. Gelecek çünkü, başka nereye gidebilir, ben başka kimi bekleyebilirim, biz başka kim olabiliriz ki? Gelecek çünkü başka bir gelecek yok.
Ama vardı. Gözden kaçan ihtimallerde, söylenmemiş sözlerde, terk edilemeyen günlerde büyüyen başka bir ihtimal daha vardı ve onu görmüyordum. Uykusuz gecelerden birinde gözlerimin kamaştığını, ağrıyan gözbebeklerimin her şeyi olduğundan farklı görmeye başladığını anımsıyorum sadece. Gittiğin yerde insanlar buna belki de "düş kurmak" diyecektir. Ben hiç bir şey diyemiyordum, ne yaşadığımı bilmiyordum. Sadece her şey bana benim onlara yüklediğimden farklı anlamlarla görünüyor ve aklımı karıştırıyordu (o zamanlar aklımı bu işlere karıştırmaktan vazgeçmiş de değildim).
Bir gece senin yerine, senin gelmekten vazgeçtiğin bilgisi geldi. O gün gözlerimdeki o duygu da gitti. Nesneler yine eskiden olduğu gibi biçimsiz, renkler tek bir rengin tonlarında göründü ve ben oturup senin yerine, sana gelecek bu mektubu yazmaya karar verdim. Bunu da ne kadar ertelediğimi görüyorsun, ama başka ne yapabilirdim ki? Geçen zaman karşısındaki çaresizliğimi itiraf etmeyi ne kadar geciktirebilirdim ki? Teker teker üzerime kapanan bu saniyelere, saatlere, günlere nasıl karşı koyabilir, onları nasıl geri döndürebilirdim ki? Yakınlarda olsaydın sana sorabilirdim, ama yoktun.
Yine de bazı geceler gittiğin hatta hiç gelmediğin için gizlice sevindiğimi kendime itiraf etmeyi başarabildiğim için mutluyum. Çünkü gelseydin, ne sana verebileceğim güzel fotoğraflar, ne bir kalabalıktan çekip çıkardığım kahkahalarım, ne de neşe, yoktu. Oturup benimle bir düşe düşmeyi bekleyeceğine beni inandıran neydi? Artık hatırlamıyorum.
Bazı şeyleri hiç unutamıyor, bazı şeyleri hiç hatırlamıyorum.
Hiç, hatırlamıyorum.
Hiç...

Wednesday, May 26, 2010

Çeşitli Şiddet Fantezileri

1) Edebiyat sıkıcıdır diyenlere Dostoyevski'nin iki ciltlik Karamazov Kardeşler romanını tek hamlede yedirmek (ekmeksiz!).

2) Anlamadığı her fikir, düşünce, insandan korkan, korktuğu her şeye de karşı çıkan insanlara uçan tekme atmak, konduktan sonra gene uçup gene atmak.

3) Kendi kompleksleri ile yüzleşmekten korktuğu için karşısındakinin değerini azaltarak eşitlik sağlamaya çalışanların kulak uçlarına elektrik vermek, yeteri kadar verdikten sonra onları pil olarak kullanmak.

4) Egosu okşanmadıkça, söyledikleri onaylanmadıkca, kendisiyle hemfikir olunmadıkça gerilen, gerildikce de karşısındakini gerenlere kirli çorap koklatmak. İflah olmazlarsa askeri tuvalet temizletmek.

5) Önemli biri olduğuna kendini ikna ettiği için karşısındakinin de ikna olmuş olması gerektiğini düşünen, aksiyle karşılaştıkca sinir krizlerine giren insanların meme uçlarını mandalla sıkıştırmak.

6) Bir futbol takımını desteklemek ile bir siyasi partiyi desteklemek arasındaki farkı bilmeden düşünürlük taslayanların kafasında ayna kırmak.

7) Şiir yazmayı çok şey söyler gibi görünürken hiç bir şey söylemek sananları zorla İzzet Altınmeşe konserine götürmek, sonra geri götürür gibi yapıp ardından gene konsere götürmek.

8) Hayat karşısındaki abuklamalarına "tutunamayanlar" kılıfı giydirerek anlamsızlığını örtmeye çalışanları bellerine bağlı bir iple bir madenin 2000 metre derinlerine sarkıtmak ve oradaki hayatı anlayana kadar dışarı çıkmalarına izin vermemek.

and many more...

Monday, May 17, 2010

Çağırma Beni

Evet tedirginlik ve kararsızlıkla izlediğin, tanımadığın o adam benim. Burada olmaktan senin kadar ben de sıkılıyorum. Senin günlük endişelerine ve arzularına hitap edecek hiç bir şey yaşamıyor, hissetmiyor ve yazmıyorum. Seni de yaşamayıp, hissetmeyip, yazmadığım gibi. Bir arkadaş sohbetinde, ya da ciddi bir karar almanın arifesinde kullandığın hiç bir kelime ile tanımlamıyorum kendimi. Saklayabileceğin bir resmim, çalabileceğin bir kapım, çağırabileceğin bir adım yok. Hiç bir zaman da olmayacak.
Senin karanlık köşelerin ile ilgiliyim sadece, senin bilmediğin yerlerinle; aynaya bakınca hatırladığın bir yalanla, kimseyle paylaşamadığın bir suçla, kaybettiğin bir umutla. Boynuna sarabileceğin bir şal, ellerini saklayacak bir ceket, içinde mektuplar taşıyan bir zarf değilim. Dudağından taşan ruj olabilirim belki. İçmemen gereken o son kadeh. Ağzından çıkmaması gerekirken herkes tarafından işitilen bir sözcük.
Sen insanların arasına karıştıkça, hayatını bir plana sıkıştırdıkca, geçici şeylerin rahatlığıyla kendini avuttukca beni unuttuğunu sanıyorsun. Ama hep oradayım, damarlarının kalbinde buluştuğu noktada ufak bir sancıyı da yanımda taşıyarak deviniyor ve vücuduna yayılıyorum. Sen, vücudunun karanlık yerlerine bakabilecek kadar cesaret sahibi oluncaya kadar da buna devam edeceğim.
İşit artık beni.

Sunday, May 16, 2010

Her Şey Önemsiz

Yazı yazmaya kalkışan birinin kendini, yazdığı her şeyin önemli olduğuna ya da her önemli şeyin yazılması gerektiğine inandırması başına gelebilecek en kötü şey. Hayatın işe yaramayan, çirkin yanlarını iç bakışın süzgecinden geçirdikten sonra bir yere kaydetmek ve sonra onlardan sonsuza kadar kalmayı ve okunmayı hak eden bir şey yarattığını sanmak güzel ve tatlı bir yalan. Güzel ve yalan.
Çünkü, birden çok, pek çok düşüncenin etkisinde kalınca düşünceler arasında belirli bir hiyerarşi olduğunu fark etmenin sancısı insanı iki noktadan ele geçiriyor: Bir; o hiyerarşide alt sıralarda yer aldığını fark ettikçe yaratıcılığın bir yandan törpülenip diğer yandan yeşermesi ve buna bağlı olarak duygusal istikrarın alt üst olması. İki; her düşüncenin kendi, tek anlamsızlığına varmak.
Yeni bir şey söylemek zorundasın çünkü yeni bir insansın. Sadece sensin. Eski hikayeleri okuyarak, onlarla büyülenerek yetiştin ama yaşadığın haz ve/veya sancı o kadar gerçek ki artık kendini bir masal kahramanı sanarak yaşamaya devam etmene imkan yok. Oturacak ve bir mühendis gibi senden önceki çilekeşlerin teoremleri, metodları, yazdıkları ile kim ve nerede olduğunu hesaplayacaksın. Beynin kurulu bir makine gibi, saat sesleri arasında durmadan işleyecek.
Bunu tamamladıktan sonra başını kaldırıp diğer insanlara ve onların hayatlarına bakmalı, sadece bir gözden ibaret de kalabilmelisin tabii. Seni çevreleyen habitat senden daha "önemsiz" değil maalesef (dikkat et heyecanın ölmesin !). Hiç bir şekilde onlardan biri olma ya da sadece uzlaşma şansın bile olmasa da onların gözleri de olabilmelisin (dikkat et ölmesin !). Onların, senin içine girdiğin bu döngüyü bir kez bile ziyaret etmeden kendilerinde değerlendirmeye hak bulmalarını sineye çekmeli, eğer ki onlardan yeteri kadar uzaklaşmayı becerememişsen susup dinlemeyi kabullenmelisin (dikkat et !).
Ve sonra yeteri kadar çile çekmiş, yeteri kadar da çilene sadık kalmışsan, bir çocuk gibi ne yaptığını bilmeden, veya bildiğini unutarak, ama mutlaka büyük bir mutluluk ve inançla bir şeyler yazmaya koyulacak, tutkuyla oynayan bir çocuk gibi oyuncağını kıracak, bozacak sonra tekrar kuracak, yazacak, yazacak, yazacak ve yazdıklarının altına da imzanı atacaksın muhtemelen. O kocaman ama kimsenin görmediği denizde yüzdüğünü, dalgalarla bir bütün olduğunu ve kendine varacak bir kıyı bulduğunu sanacaksın. Bunun sarhoşluğuyla insanlar, sokaklar, hayatlar sana daha önce hiç görünmediği gibi görünecek ve daha da sonra yine uyanacaksın. İşin kötüsü, suçlayacak pek biri de yok artık. Farkında olmasan da, bunu sen seçtin.
Bütün bunlar olurken yeni bir şey söylemenin insanı değiştiren, başka biri yapan o gücü ile tanıştın. Kendine inanmak ve sığınmak için bir yalan yarattın. İnsanların da o yalana inanmasını ve onun gerçeğe dönüşmesini istedin. Bunun olmayışına tanıklık ettin. Kendine üzülmek ve pes etmek için izin vermedin, bunun neden olamayacağını açıklamak için nedenler aradın, buldun. Ve artık kendini teselli ediyorsun; "en azından yaşanmaya değer bir şey yaşadım. Bana ait bir şey."
Ama değil, çünkü bunun aynısını senden önce Tolstoy, Dostoyevski, Gogol ve Woolf da yaşamıştı. Umutsuzluğa mı kapıldın? Senden önce Schopenhauer, Nietzsche, Kierkegaard da kapılmıştı. Tüm bunların önemsizliğini ve anlamsızlığını fark ettikten sonra, sadece yaşadığın anın gerçekliğine döndün ve hala yazmaya devam mı ediyorsun? Senden önce Larkin, Bukowski ve Fante de aynısını yapmıştı.
Yine de yaptığın işten vazgeçemezsin ve vazgeçmeyeceksin. Çünkü, yeni birisin sen. Ne olursa olsun, bir tek sensin.
Karıştırdığım bir dergide yaşlı başlı, çok önemli ve çok budala bir yazar yeni yazar adaylarına öğütler veriyordu. "Bir gün birisi benden de yazmak için öğüt isterse ne derim" diye düşündüm. Ona "önemli şeyleri unutarak yaz" derdim heralde. "Her şey bisikletinin pedallarını ilk kez ve tutkuyla çeviren o çocuğun mutluluğuna bir kez daha varmak için, başka bir neden, yok."

(P.S: Oldukça büyük bir bardağı ağzına kadar kahve doldurduktan sonra şu siteye bakın: http://www.hayaletgemi.com/. Mümkünse cep telefonunuz da kapalı olsun.)

Saturday, May 15, 2010

15-05-10, 01:18


En büyük becerim düzenli aralıklarla yenilmek ve yenildikçe aptal erkek mitolojilerine sığınmak. Sakal bırakmak, içmek, susmak, bakmak, bakmamak. Bir uykusuzluğun ortasında sanki bir rüyadan az önce uyanmış ve gördüklerimi unutmak istemiyormuş gibi not almaya başlamak. Daha hızlı, daha hızlı, daha hızlı ve daha çok yazmak ve sonra da hepsini silmek. Sakalımı kesmek, aranıza karışmak, Arthur Miller'i unutmak, uyanmak. Ölüm unutkanlığı denilen şey budur belki.
Dışarıda, ayakları çıplak, çiçeklerin arasında dolaşıyor ve toprağa bakıyor. Birazdan eğilip bir çiçek alacak ve toprakta küçük bir çukur açacak. Bütün bunlar küçücük bir ana sığacak ve o küçük an da toprağı biraz eşeleyecek. Başını kaldırıp bana bakacak, onu izlediğimi görecek, utanacak, susacak ve çukur daha da büyüyecek. Bir kaç hayat kadar sonra, yine yenilecek ve yine bir düş görmek için o çukura düşeceğim. Ben içinde yatırken onu kapatacak, unuttuğum şeyi bana hatırlatacaksınız ve ben ilk kez yenilgime sadık kalıp aranıza dönmeyeceğim.
Ve tüm bunların, bulduğumuz cevapların, sustuğumuz anların, hiç bir, hiç bir önemi olmayacak. Her şey büyük çukurun içine doğru yuvarlanacak ve zaman hepsini yutacak. Neyse ki.
I will never have a house in the valley, with little stone man on the lawn.

Saturday, May 1, 2010

Moment

Kahve, kahve fincanı, fincanı tutan elim, elime bağlı bedenim, bedenimdeki damarlar, sinir uçları, damarlarımdaki kan, kanı pompalayan kalp, gözlerim ve dudaklarım hep birlikte oturmuş onun gelmesini bekliyorduk. Rıhtımın karşısındaydık, o olmasa bile birinin geleceği kesindi. Yine de her yerde onun, sadece onun geleceğini söyleyen işaretler görüyordum. Gördükçe bedenimin parçaları bütünleşiyor, ayrışıyor ve kısa bir sancının ardından yine bir araya geliyordu. "Gelecek" diyordum. "Yavaşca denizden çıkacak, beni görecek, neden orada olduğumu anlamayacak, merak edip yaklaşacak, ellerini saçlarıma, burnunu yüzüme yaklaştıracak, yüzümdeki izleri fark edecek, önceden bildiklerini unutacak, daha da yaklaşmak isteyecek, ben de ona yaklaşacağım, bir süre gidecek başka bir yer olmadığı için sadece birbirimize doğru ilerleyeceğiz, sonra sıkılmaya başlayacak, o izlerin içinde saklı olan kiri fark edecek, huzursuz olacak, gitmeye de kalmaya da karar veremeyecek, yavaşça birbirimizin çirkin köşelerini de fark edecek uzaklaşacağız, geldiği yere geri dönecek, ben de burada kalacağım. Ama fark edene kadar ilerlenecek bir nokta olarak orada durmaya devam edecek." Hava soğuk, saat geçti. Arada sırada uzakta bir gemi kendini gösteriyor sonra yaklaşıp tanımadığım bir yolcuyu bırakıp gidiyordu.
Onu beklerken renkleri her zaman olduğundan daha çok algılardım. Tahta köprünün ayaklarındaki kahverengi mesela, henüz ölmemiş bir ağacın renginde görünürdü. Ya da üzerimden geçen beyaz bir kuş, geçtiği yerleri de beyaza boyayarak geçerdi. Sonradan bunun mutluluk olduğunu söyleyen pek çok kişi oldu. Bilmiyorum, bence mutluluk yaşadığın hayatı daha çok hissedebilmek değil ona daha çok katlanabilmek olmalı.
O gece gelmedi. Ertesi gece de. Beklemeye devam ettim. Benim ona gitmem gerektiğini söyleyen işaretler de gördüğüm oluyordu ama görmezlikten geldim. Hayatında onun sığabileceği boşluklar açan bendim, bu yüzden onun gelmesi gerekirdi. Ayrıca onun nerede olduğunu da bilmiyordum. Elimde bir harita, bir mektup , fotoğraf ya da adres yoktu.
Bir gece yine rıhtımın karşısında otururken renkler solmaya başladı. Rüzgara tutulan bir mum ışığı gibi gördüğüm her renk anlık parlamaların ardından önce nesnesini terk ediyor, sonra da sönüyordu. Korktum ve gözlerimi kapadım. Bu sefer sesleri daha önce işittiğimden daha çok işitmeye başladım. Dahası, seslerde de işaretler vardı. Artan rüzgarla iç içe geçen dalgaların sesleri de birbirine ulanıyor büyük bir deniz sesi doğuruyordu. Oturduğum tahta bank bir ağaçtan yontulurken ağacın çıkardığı sesi işittim. Aç kuşlar yanımda uçarken karınlarındaki boşluğu duydum. Her şey, ama her şey onsuz dünyada çekilen acıyı , boşluğu ve anlamsızlığı bana anlatıyor onun gelmesi gerektiğini söylüyordu. Gözlerim hala kapalıydı. Gücümün git gide tükenmekte olduğunu bu karanlığa uzun süre dayanamayacağımı biliyordum. Ani bir kararla başımı kaldırdım ve gözlerimi açtım.
Açtım ama ne rıhtımı, ne denizi, ne de kuşları göremedim. Beyaz, sessiz ve şekilsiz bir boşluğun içerisindeydim. Yürüdüm ve diğer köşelere baktım. Başka hiç bir renk yoktu. Beyaz bir sessizliğin içinde ilerliyor, ilerledikçe de kendi renklerim ve seslerimden sıyrılıyordum.
Derin bir nefes aldım.
"Geldi" dedim.

Günlük



Biraz günlük;
01:26, Londra. Sıkıcı bir gündü. Koltukta oturup saatlerce bana hediye edilen şiir kitabını okudum ve hiç bir şey yapmadım. Nehirden daha önce de gördüğüm bir iki yük gemisi ve bir kaç yelkenli geçti. Gecenin bir yarısı Cutty Sark'a gittim ve dönerken Afro-Brit bir taksiciyle seçimler hakkında konuştum. Conservative'den tiksiniyormuş, yıllarca Labour'ı desteklemiş ama artık inancını kaybetmiş. Liberaller de ona güven vermiyormuş. Eroğlu'nu da soracaktım ama sustum.
Eve dönünce oturmaya ve okumaya devam ettim. Bir ara bulaşıkları yıkamaya niyetlendim ama yine, vücudum bir işi tamamlamak için kendini rutine kaptırınca serbest kalan aklımın hızını mukayet olamadım, bir kaç tabaktan sonra pes ettim ve koltuğa geri döndüm.
O da orada, yanımdaydı ama ne olduğunu anlamadı. Evin içinde somurtan huzursuz bir adam gördü sadece. Belki göremedi bile sadece sezdi. "Her şey değişmeden yaşanıp duruyorsa seçim ve eylemlerimizin bir sonucu yok demektir ve bu da geleceksizlik anlamına gelir, yani faşizm" dedim. "Efendim?" diye karşılık verdi. "Hiç" dedim, "yarın güzel bir kahvaltı yapalım". "Olur".
Bence de olur. Başka türlüsü olamaz zaten. Yarın bir trene atlayamam. Uzak bir şehre gidemem. Valizlerimi eski bir otelin eşiğine bırakamam. Bırakıp, eskimiş bir sokakta ellerim ceplerimde gezemem.
01:39, Londra.
Sıkıcı bir gündü.

Wednesday, April 14, 2010

Perspektifler- 1


Dışarıya,
dışına bedenimin,
gölgemin büyüdüğü yere,
çağırır beni sesi
bir zamanlar olduğum benin.

Bir zamanlar ben kimdim?


Friday, March 12, 2010

Kıyı ve Deniz



I

Ölü denizci sandalından indi. Eski bir halatla sandalı tahta iskelenin çürük ayaklarına bağladı. Suyun ve kıyının içinden geçip ahşap kulübesine girdi, kapıyı kilitledi. Sakalından damlayan tuzlu suyu silmeden yatağına yığıldı. Kulübenin tek penceresi sıkıca kapalıydı.

II

Sönmekte olan ateşi karıştırmaya devam edip dışardaki sessizliğe kulak kabarttı. Gece kükreyen rüzgar susmuş, rüzgarla birlikte sesi de havada dağılıp gitmişti. Dışarı çıktı. Fırtınanın getirip sahile bıraktığı ağaç dallarına, hayvan ölülelerine baktı. Sandal ileride, iskelenin ayaklarında, bağladığı yerde duruyordu. Tereddüt etmeden denize yürüdü, sandalın ipini çözdü, küreklere asıldı.

III

Yeşil. Yeşil ve siyah. Eskiden, hayattayken büyük sulara açıldığı günlerde denizin başka renklerini de görür, tanırdı. Artık başka bir rengi aramıyor, bulmuyordu. Çok sıkıldığında ağına takılan balıkların sırtındaki pullara bakar orada iç içe geçmiş renklerin içinde o uzak denizlerin rengini görmeyi denerdi. Artık, balıklar da gelmiyordu.

IV

Sandalının küreklerini kırıp şömineye attı ve yanmalarını izledi. Kendi kollarını da kırmayı, hareketsiz kalmayı düşündü ama bunu yapacak gücü kendinde bulamadı. Oturduğu yerden pencerenin pervazına tüneyen martıyı gördü. Cama attığı tahta parçasıyla onu kaçırdı. Hava kararıyordu.

V

Havanın ağarmasını beklemeden sahile geldi. Soyundu. Sandalına bakmadı. Denize girdi. Yürüdü. Sular ayaklarından başlayıp göğsüne kadar yükseldi. Dengesini kaybedince kulaç atmaya başladı. Siyah. Yeşil. Ve Beyaz. Yüzerek ilerledi. Nefessiz kalınca durdu, geriye döndü. Uzaktaki kıyıda güçlükle sezilen ve yanmakta olan kulübesine baktı. Ateş iskeleye kadar ulaşmıştı. Yeniden önüne döndü, yüzmeye devam etti. Gecenin karanlığı dağılmaya başlayana kadar yüzdü. Yeteri kadar yüzdüğünü hissedince durdu. Bu kez geriye dönmedi. Durmaya devam etti. Siyah su başının üstünde yükseliyordu.

VI

Martı tahta kulübeden kalan kömür parçasının üstüne tünedi. Kırık bir pencerede kendi yüzüne baktı. Sahile uçtu. Siyah dalgalardan korktuğu için denize yanaşmadı. Suyun getirip sahile attığı ölü bir balığın sırtında renkleri gördü. Daha uzak bir denize gitmek için kanatlandı, uçtu.

Tuesday, March 9, 2010

Sahip Olmadığım Şeyler

1) Herhangi bir ekonomik sınıfa aidiyet.
2) Herhangi bir siyasi gruba aidiyet.
3) Sağlıklı bir bünyenin sahip olması gereken uyku düzeni.
4) Sağlıklı bir bünye.
5) Çevremde gördüğüm rekabet halindeki insanları anlamamı sağlayacak kadar hırs.
6) Chrysler Pt Cruiser Black.
7) Sözlük kullanmadan Rimbaud okumaya yetecek kadar Fransızca.
8) Şarap mahzeni.
9) Roni Margulies'in yayımlanan son şiir kitabı Apollo Yılları.
10) Timothy Bayliss ile birlikte çekilmiş bir fotoğraf.
11) Timothy Bayliss'in mezarı başında çekilmiş bir fotoğraf.
12) Hırpalanmadan muhafaza edilebilen ilk gençlik düşleri.
13)"Kötü biri olduğunu artık biliyorum" dediğimde duyacak kadar yakın eski bir dost.
14) Biten bir geçmiş.
15) Başlamış bir gelecek.
16) İki paket Gitanes.
17) Sararacak kadar eskimesine aldırış etmeden saklanmış bir mektup.
18) Bir+Bir Dergisi'nin ilk sayısı.
19) Bir şarkı.

Sunday, March 7, 2010

Sesleri Silmek


Her biri farklı yerlerden gelen benzer görünümlü yüzlerce insan, yüzlerce insanın ağzından çıkan kimi sisli kimi kaba yüzlerce ses, yüzlerce sesin içinde kimisi işitilen kimisi ölü doğan binlerce kelime. Dün gece Covent Garden'dan Piccadilly'e doğru yürürken içinden geçtiğim kalabalık ve uğultu bir şekilde üzerime sindikten sonra eve, ceplerimde, saç diplerimde, yüzümdeki çizgilerde saklı duran binlerce kelimeyle döndüm. O kelimeler eskiden beri yanımda taşıdığım başka kelimelere ulandı. Oturdum ve sessizliğe de yer açmak için artık bana eskisi kadar anlamlı gelmeyen kelimelerin listesini çıkardım.

1) Gelecek: Yaşamış olduklarımın anlamını yaşamakta olduğum günün içinde tükettim. Yaşayacak olduğum günler yani gelecek de anlamını bugünümden çalacak. Ve gelecek, ona vardığım zaman artık "gelecek" olarak kalmayacak. Oturacak ve dakikaların, saatlerin, günlerin hayatın büyük akışı içinde eriyişini izleyeceğim. Tüm bunlar yaşanırken benim, anlamı ve güzelliği mutlak zamanlarım günlerin içinden geçmekte olan hiç bir güne ulanamayacak kadar uzak ve ıssız kalacak. Demek ki gelecek sadece hakkında uzlaşıya vardığımız bir yalan ve gerçeği ararken ayrıksı kalan insanın gündeminden düşmekten başka şansı yok.

2) Devrim: Bir hınçla içinde aniden yüzlerce çiçek açan insanlar düşledim. Yolunu şaşıran bir rüzgarla saçları havalanan kalabalıklar, aniden önümüzde beliren gidilecek yollar düşledim. Yeni düşler kuracak yeni insanlar, o yeni insanların yarattığı yeni hayatlar düşledim. Ama artık biliyorum ki hayat tüm sözcüklerin ve hayallerin ötesinde bir uyumla ve sadece kendine doğru evrilir ve insanın bu dönüşüme tek ortaklığı sessizce onunla birlikte dönüşmek olabilir.

3) Paylaşmak: İçimde yüzlerce farklı hayat var, biri senin olabilir istersen. Bu şarkıyla dans etmeyi sen de sever misin? Bir adım da senin için atabilirim istersen. Nefes almak çok mu zor?Aldığım nefesi soluyabilirsin istersen. Şarkı mı sustu, adımlarım mı yetmiyor? Susabiliriz istersen. Teker teker ölüyor içimdeki hayatlar, gidebilirsin istersen. Sadece ben kaldım bak, sana veremeyecek kadar da az üstelik, belki anlarsın denersen.

4) Masumiyet: O çiçeği sevmesem de büyüyeceğini artık biliyorum. Hem, ona dokunmadan da alabilirim kokusunu. Ama istersem dikenlerini de okşayabilirim ellerimi kanata kanata o da sulanmış olur açtığı yaralarla.

5) Dönmek: Artık kendime bile o kadar uzağım ki, kimseye dönebilmek için bir yönüm yok.

Sonra başka kelimeler. Sessizce ölüme terk edilen kelimeler, gece sessizliğinde hatırlanan kelimeler, başka hayatlarda unutulan kelimeler. Benim için anlamını yitirmeyen bir sözcük, tek bir sözcük de var. Sadece, eskidi ve güzelliği ihtiyarladı. Onu da yıpratmamak için ancak susarak telaffuz edebiliyorum. Ya da başka kelimelerin arasına saklanmasına izin veriyorum sessizce.

Monday, March 1, 2010

Frederick Von Faber ve Viskisi



"Yazarın korkusu" demişti Frederick Von Faber, "gerçeğe sahip olmadığını fark etme korkusudur." Orta halli bir on dokuzuncu yüz yıl gazetesinin siyah beyaz sayfalarında yayınlanan bu önemli söz aç ve umutsuz bir avuç aydın ile bir kaç üniversite öğrencisinden başka kimseye hayret ya da korku vermemişti.
Frederick Von Faber diye biri hiç olmadı. Gerçeklik üzerine önermelerde de hiç bulunmadı ve bu olmayan adamın söylemediği sözler de hiçbir gazetede yer almayıp, hiçbir kimse tarafından okunmadı. Bu sözü sabahın içine doğru akan uykusuzluğumun son demlerinde ben söyledim. Gözlerimin kapanmasına bir iki salise kala boş ve soğuk odada kendi kendime mırıldandım ve ardından onunla buluşma umuduyla uyudum. Yaşamaya devam etmek için kendine nedenler uyduran insanlar gibi bazen ben de cevaplar aramaya devam etmek için sorular soran insanlar uyduruyorum. Onlara düşlerimden yapılma elbiseler giydirip isimler veriyor, sonra da düşüncemin arka odalarında ölüme terk ediyorum.
Faber bir gece sohbetinde bana "gerçeğe sahip olma arzusu nereden kaynaklanıyor o zaman?" diye sorsaydı onu "gerçeğin elimizden alınmış olduğu savına tabii ki" diye cevaplardım.
Ona, eline ilk kez kalem alan bir adamın ne yaptığının farkında olmadan huzursuzluğa nasıl kapılarını açtığını anlatır, yazdıkça içimizden dışarı çıkan kelimelerin geride ne kadar büyük bir boşluk bıraktığını gösterirdim. Yazmaktan vaz geçmeyi öğütleyecek kadar çocuklaşmaması için uyarır, bu bağımlılığın ancak onunla birlikte yaşamayı öğrenerek kontrol altında tutulabileceğini itiraf ederdim.
Belki de tüm bunları ona bir mektupla anlatmak en doğrusu olurdu;

"Sevgili Faber,

Düşünen insan kontrol altında tutulabilen bir varlık değil. Kendi kusurlarının ya da eksiklerinin izlerini hayatın içinde sürmesinin çok eski bir tarihi var. Bu tarihin içinde icat ettiği metotlardan biri de kelimeleri bir araya getirip onlardan metinler oluşturarak bir noktadan bir diğer noktaya doğru hareket halinde olduğu yanılsaması yaratmak. İşin püf noktası, bunun bir yanılsama olduğunu unutmak. Gidilmekte olan noktanın gerçekliğin kendisi olduğuna ve vardığın zaman da gerçeği elde ettiğine dolayısıyla da onu paylaşmaya ve altına imza atmaya hakkın olduğuna kendini inandırmak. Bunu yapanların bir kısmında sonradan kimi hastalıkların görüldüğü doğru. Örneğin kendini "yazar" yaptıkları işi de "yazmak" olarak adlandıran bu grubun kimi üyelerinin yazdıktan sonra başladıkları noktaya dönmekte güçlük çektiği, hatta bir kısmının hiç dönemediği biliniyor. Bir diğer grubun ise varmayı arzuladığı noktayı (kimi kayıtlarda "gerçek" diye geçer) idealize edip onu tüm hayatın karşısına koyarak gözünde büyütmesinden dolayı, ona varsa bile bunu fark etmediği ve aramaya devam ettiği gözlemlenmiş. Eski pers yazıtlarında bahsi geçen satır aralarında çığlık sesleri duyulan şanssız insanlara ait eskizlerin bu gruplardan bahsettiğini savunan bir görüş son zamanlarda çok moda. Bilmiyorum, bana her şey modern zamanların insana oynadığı bir oyun gibi geliyor. Senin de çok iyi bildiğin gibi oyunlar çocuklar içindir ve büyüyememek, toplumsal hayata dahil olmayı engelleyen bir hastalık belirtisidir. Çok ateşim var Faber."

Frederick Von Faber belki de tüm bunları bir gece karşımda siyah ceketinin içinde oturur, gözleriyle viskisindeki buzu eritirken duyardı. Ben belki de onun duyduğuna kendimi iyice inandırır, onun yokluğunu bana hatırlatmaya çalışanlara hayretle bakmaktan fazlasını yapamazdım. Ama muhakkak ki o gittikten sonra bir başka gerçek gelir onun boş bıraktığı koltuğa oturur, bana bir bardak viski daha ikram eder ve başka sorular sorardı. Eğer ben de en az onun kadar sahte ve bir başka yazarın hayalinden ibaret değilsem.

Sunday, February 28, 2010

Fare


Önce ellerim küçülse, sonra tüm bedenim, tüm deliklerden geçecek, tüm kuytularda saklanabilecek kadar kalsam, en siyah gecede ışıldayacak kadar keskin olsa gözlerim, en gizli yerlerinden başlayarak kemirirdim hayatlarınızı.

Wednesday, February 24, 2010

Portrait Of Tracy

Kısa bir şarkı, bir kaç sigara, eski bir ceket.
Vazgeç.
Zaten, erdemlerin en güzeli de bu değil mi?

Sunday, February 21, 2010

Salata



Bazen evde yalnızken, ya da uzun bir yürüyüşün ortasındayken ya aklımdan geçmekte olan bir düşüncenin tetiklemesi ya da gözüme takılan bir nesnenin anımsattıklarıyla her şey farklı bir anlam kazanmaya başlıyor. Çevremdeki objeler birer birer anlam değiştirip birbiri ile uyumlu hale geliyor ve hayatımın her noktası birbirine ulanıyor. Gördüklerimden, işittiklerimden ve duyduklarımdan yavaşca bir huzur yükselip tüm hayatıma dağılıyor. Kendimi huzurlu, dingin ve güçlü hissediyorum. Geleceğin başladığını, bunun o an olduğunu hissediyorum. Sonra telefonum çalıyor, bir tanıdığa rastlıyorum, onlar bana bilmeden o andan önceki anlamlarını anımsatıyorlar ve her şey çabucak eski haline dönüyor.

**

Bu aralar uzun uzun nasıl bir dil istediğimi düşünüyorum. Yaşar Kemal kendi dilini "açık mavi bir gökyüzünü dalgalı bir deniz gibi anlatmak olur mu?" diyerek çok güzel tarif etmişti. Ama benim kafam o kadar net değil. Açık mavi gökyüzünün dalgalı bir deniz ile farkını zaman zaman unutabiliyorum. Metnin rotasını oluştururken hangi duraklardan geçeceğime, neyin anlatılmayı hak ettiğine karar veremediğim çok sık oluyor ve oturup yazılması gerekenler kendi kendine netleşene kadar sessizce bekliyorum.

**
- Aaa, korku tüneli! Korku tüneline girelim mi? Hadi girelim!
- Yok
- Neden?
- E, korkuyorum ..
- ...

**

Son gördüğüm rüyada, İstanbul'da çok az insanın bildiği bir sahil bölgesinde, yeşillikler ve tahta evler içinde bir masada arkadaşlarımla oturduğumu ve yakındaki bir masada oturan İlber Ortaylı'nın (evet?) bana kötü kötü bakıp arada laf attığını gördüm. Sigmund Freud analyze this!

**

Noel'de Kıbrıs'ta iken okuduğum "Sözcükler" dergisinde, Erdal Alova'nın "kültür endüstrisi" kavramını yerden yere vurduğu cümlelerine rastladığımda hangi fikrin, hangi kısmına itiraz edeceğimi şaşırmaktan başım dönmüştü. Özetle şöyle diyor Alova; "kültür endüstrisi, kültürü yok etmek, metalaştırmak, hiçleştirmek için uydurulmuş kapitalist bir uydurmacadır ve günümüzde kim sanata bulaşmışsa, kalemiyle, paletiyle, kamerasıyla, enstrümanıyla buna karşı çıkmakla yükümlüdür". Yine de şahlanıyor aman!
Alova'nın ve dahil olduğu kitlenin ideolojik formasyonu "saf tutmak" ekseninde kurulu. Nesnellik, tutarlılık önemli değil, hangi safta olduğunuz önemli. Ve bu kitlenin lügatında da endüstri kelimesi, her hangi bir şarttan muaf olarak şeytancıl şeyler çağrıştırmaya müsait. Endüstri denilen şeyin ilk anlamı haricinde aynı zamanda da üretici ve tüketiciler arasındaki ilişkinin en komplike hali demek olduğunu düşünmüyorlar. Okuru, seyirciyi tüketici olarak, "kültürel tüketici sınıf" olarak hayal edemiyorlar, çünkü bu kavramla tanışıklıkları da soğuk savaş döneminin keskin kapitalizminin onlara tüketmeyi tüm insancıl değerlere alternatif olarak sunduğu yıllar.
Kültüre ancak siyasi işlevine orantılı olarak değer veriyor, fakat karşı çıktıkları kültür endüstrisinin varlığı için en büyük ihtiyacın o endüstriyi işleten çarkın, üretenlere sıfır müdahelede bulunmayı kabullenmesi, sanatçı ve takipçisi arasında bir ileticiden ibaret olması olduğunu bilmiyorlar. Bunun üzerine de güncellenmemiş, bağlamı geçersiz kalmış kültürel tezlere (evet Adorno) sırt dayayınca ortaya böyle saçma tablolar çıkıyor.
Tamam Türkiye'nin ne sağlık, ne tekstil, ne spor hiç bir alanda sağlıklı bir sektörleşme gösterememiş olduğunu tüketici denince aklımıza ilk olarak markette omo ve makarna alan kadın geldiğini biliyorum, ama kavramlar sadece ülke sınırları içerisinde büründükleri hale göre mi değerlendirilir? İsyan edeceğim derken mevcut duruma bundan daha çok boyun eğilebilir mi? İyi matbaaları ve güçlü bir dağıtım sistemi olan bir yayınevinin, müzisyenlerin müzik yaparak yaşamasına imkan verebilen bir organizasyon ağına sahip müzik şirketlerinin, sadece ana-akım medyanın sunduklarına değil, her türlü sanatsal üretime ulaşabilecek bir tüketici kitlesinin, ana-akıma sırt çevirerek de hayatta kalabilen konser salonlarının varlığını hayal etmek bu kadar mı zor geliyor?
Yıllarca sen ben bizim oğlan bir araya gelip, hiç bir teknik gereksinimi, profesyonel yükümlülükleri önemsemeden çıkardıkları edebiyat dergilerinde (hayır Sözcükler'i kast etmiyorum) sahip oldukları iktidara alışık olanlar istediği kadar huzursuz olabilir ama ben kültür endüstrisinin oluşumunu tamamladığı bir ülkede yaşayan bir birey olarak çevremde yazı yazarak, müzik yaparak hatta kısa film çekerek yaşayabilen insanlar görmekten, her hafta hangi söyleşiye, kitap tanıtımına, konsere gitsem diye kafamın karışmasından çok mutlu ve memnunum. Kocaman plazaların duvarlarında da "1984: You haven't read it yet?" yazan koca afişler görünce mest oluyorum. Nokta.

**

Edebiyat dergileri demişken; onları çok seviyorum. İçlerinde ne yazarsa yazsın bana insanların edebiyatla haşır neşir olduğu, kitaplar üzerine düşünüp konuştuğu bir dünyadan mektup atılmış gibi hissediyorum. Seks dergisi görünce de insanları seks yaptığı, seks konu... neyse.

**

Okuldaki en fazla öğretmen- öğrenci diyaloğuna ihtiyaç duyulan ve grupça tartışarak işlenen dersimin hocası lezbiyen. Sınıf arkadaşlarımdan bir tanesi türbanlı. Bir diğeri İngiltere'de büyümüş bir yahudi, diğeri de Filistin'den irtica etmiş bir mülteci. Ve biz çok mutlu bir sınıfız. Fotoğrafımızı çekip Bahçeli, Baykal ve Erdoğan'a göndereceğim. (Eroğlu'na da olabilir, çünkü lezbiyen olan hocam aynı zamanda Yunan).

**

Bir süreden beridir, ne kadar denesem de zamanın devamlılığının zamanın yokluğuyla aynı şey olmasından başka hiç bir şeye inanamıyorum.