Sunday, February 21, 2010

Salata



Bazen evde yalnızken, ya da uzun bir yürüyüşün ortasındayken ya aklımdan geçmekte olan bir düşüncenin tetiklemesi ya da gözüme takılan bir nesnenin anımsattıklarıyla her şey farklı bir anlam kazanmaya başlıyor. Çevremdeki objeler birer birer anlam değiştirip birbiri ile uyumlu hale geliyor ve hayatımın her noktası birbirine ulanıyor. Gördüklerimden, işittiklerimden ve duyduklarımdan yavaşca bir huzur yükselip tüm hayatıma dağılıyor. Kendimi huzurlu, dingin ve güçlü hissediyorum. Geleceğin başladığını, bunun o an olduğunu hissediyorum. Sonra telefonum çalıyor, bir tanıdığa rastlıyorum, onlar bana bilmeden o andan önceki anlamlarını anımsatıyorlar ve her şey çabucak eski haline dönüyor.

**

Bu aralar uzun uzun nasıl bir dil istediğimi düşünüyorum. Yaşar Kemal kendi dilini "açık mavi bir gökyüzünü dalgalı bir deniz gibi anlatmak olur mu?" diyerek çok güzel tarif etmişti. Ama benim kafam o kadar net değil. Açık mavi gökyüzünün dalgalı bir deniz ile farkını zaman zaman unutabiliyorum. Metnin rotasını oluştururken hangi duraklardan geçeceğime, neyin anlatılmayı hak ettiğine karar veremediğim çok sık oluyor ve oturup yazılması gerekenler kendi kendine netleşene kadar sessizce bekliyorum.

**
- Aaa, korku tüneli! Korku tüneline girelim mi? Hadi girelim!
- Yok
- Neden?
- E, korkuyorum ..
- ...

**

Son gördüğüm rüyada, İstanbul'da çok az insanın bildiği bir sahil bölgesinde, yeşillikler ve tahta evler içinde bir masada arkadaşlarımla oturduğumu ve yakındaki bir masada oturan İlber Ortaylı'nın (evet?) bana kötü kötü bakıp arada laf attığını gördüm. Sigmund Freud analyze this!

**

Noel'de Kıbrıs'ta iken okuduğum "Sözcükler" dergisinde, Erdal Alova'nın "kültür endüstrisi" kavramını yerden yere vurduğu cümlelerine rastladığımda hangi fikrin, hangi kısmına itiraz edeceğimi şaşırmaktan başım dönmüştü. Özetle şöyle diyor Alova; "kültür endüstrisi, kültürü yok etmek, metalaştırmak, hiçleştirmek için uydurulmuş kapitalist bir uydurmacadır ve günümüzde kim sanata bulaşmışsa, kalemiyle, paletiyle, kamerasıyla, enstrümanıyla buna karşı çıkmakla yükümlüdür". Yine de şahlanıyor aman!
Alova'nın ve dahil olduğu kitlenin ideolojik formasyonu "saf tutmak" ekseninde kurulu. Nesnellik, tutarlılık önemli değil, hangi safta olduğunuz önemli. Ve bu kitlenin lügatında da endüstri kelimesi, her hangi bir şarttan muaf olarak şeytancıl şeyler çağrıştırmaya müsait. Endüstri denilen şeyin ilk anlamı haricinde aynı zamanda da üretici ve tüketiciler arasındaki ilişkinin en komplike hali demek olduğunu düşünmüyorlar. Okuru, seyirciyi tüketici olarak, "kültürel tüketici sınıf" olarak hayal edemiyorlar, çünkü bu kavramla tanışıklıkları da soğuk savaş döneminin keskin kapitalizminin onlara tüketmeyi tüm insancıl değerlere alternatif olarak sunduğu yıllar.
Kültüre ancak siyasi işlevine orantılı olarak değer veriyor, fakat karşı çıktıkları kültür endüstrisinin varlığı için en büyük ihtiyacın o endüstriyi işleten çarkın, üretenlere sıfır müdahelede bulunmayı kabullenmesi, sanatçı ve takipçisi arasında bir ileticiden ibaret olması olduğunu bilmiyorlar. Bunun üzerine de güncellenmemiş, bağlamı geçersiz kalmış kültürel tezlere (evet Adorno) sırt dayayınca ortaya böyle saçma tablolar çıkıyor.
Tamam Türkiye'nin ne sağlık, ne tekstil, ne spor hiç bir alanda sağlıklı bir sektörleşme gösterememiş olduğunu tüketici denince aklımıza ilk olarak markette omo ve makarna alan kadın geldiğini biliyorum, ama kavramlar sadece ülke sınırları içerisinde büründükleri hale göre mi değerlendirilir? İsyan edeceğim derken mevcut duruma bundan daha çok boyun eğilebilir mi? İyi matbaaları ve güçlü bir dağıtım sistemi olan bir yayınevinin, müzisyenlerin müzik yaparak yaşamasına imkan verebilen bir organizasyon ağına sahip müzik şirketlerinin, sadece ana-akım medyanın sunduklarına değil, her türlü sanatsal üretime ulaşabilecek bir tüketici kitlesinin, ana-akıma sırt çevirerek de hayatta kalabilen konser salonlarının varlığını hayal etmek bu kadar mı zor geliyor?
Yıllarca sen ben bizim oğlan bir araya gelip, hiç bir teknik gereksinimi, profesyonel yükümlülükleri önemsemeden çıkardıkları edebiyat dergilerinde (hayır Sözcükler'i kast etmiyorum) sahip oldukları iktidara alışık olanlar istediği kadar huzursuz olabilir ama ben kültür endüstrisinin oluşumunu tamamladığı bir ülkede yaşayan bir birey olarak çevremde yazı yazarak, müzik yaparak hatta kısa film çekerek yaşayabilen insanlar görmekten, her hafta hangi söyleşiye, kitap tanıtımına, konsere gitsem diye kafamın karışmasından çok mutlu ve memnunum. Kocaman plazaların duvarlarında da "1984: You haven't read it yet?" yazan koca afişler görünce mest oluyorum. Nokta.

**

Edebiyat dergileri demişken; onları çok seviyorum. İçlerinde ne yazarsa yazsın bana insanların edebiyatla haşır neşir olduğu, kitaplar üzerine düşünüp konuştuğu bir dünyadan mektup atılmış gibi hissediyorum. Seks dergisi görünce de insanları seks yaptığı, seks konu... neyse.

**

Okuldaki en fazla öğretmen- öğrenci diyaloğuna ihtiyaç duyulan ve grupça tartışarak işlenen dersimin hocası lezbiyen. Sınıf arkadaşlarımdan bir tanesi türbanlı. Bir diğeri İngiltere'de büyümüş bir yahudi, diğeri de Filistin'den irtica etmiş bir mülteci. Ve biz çok mutlu bir sınıfız. Fotoğrafımızı çekip Bahçeli, Baykal ve Erdoğan'a göndereceğim. (Eroğlu'na da olabilir, çünkü lezbiyen olan hocam aynı zamanda Yunan).

**

Bir süreden beridir, ne kadar denesem de zamanın devamlılığının zamanın yokluğuyla aynı şey olmasından başka hiç bir şeye inanamıyorum.


No comments:

Post a Comment