Saturday, December 3, 2011

Beden

//"..Kırmızı toprağın içinde, uygun bir sıcaklık ve nem oranında bekleyen çiçek tohumları kışın son yağmuru altında ıslandıktan sonra, baharın ilk güneşiyle kurulanır ve bir tohumdan bir çiçeğe dönüşerek belirir yer üstünde. Genellikle. O, bir istisnaydı. Uzun süren kış geceleri boyunca bedeninin ne tür bir çiçek olarak toprağı ve soğuğu deleceğini düşünmüş, merakla Güneş'in yapraklarına dokunacağı günü beklemişti. Şimdi ise, tüm tahminlerinin aksine bir insanın bedeninde vücut bulan gövdesini şaşkınlık ve korkuyla seyrediyordu. Ayakları toprağın içinde, gövdesi papatyalar arasındayken, bakışını hala yabancısı olduğu bu bedenden güçlükle çekip uzağa, çiçek tarlalarının bittiği yere çevirdi güçlükle. Ufuk çizgisinin altında belli belirsiz, karanlık bir gölgeyi andıran yüzüyle uyumakta olan şehri gördü. Gücünü toplayıp, ayaklarını toprağın içinden çıkardı ve rüzgarla dalgalanan bir ağaç gibi silkinip hala bedeninde duran son toprağı da silkeledikten sonra oraya, şehre doğru yürümeye başladı. Çıplaktı..." \\

Sunday, November 20, 2011

Taş

//... ve bir insana yakışmayacak şekilde yaşadığım da oldu; yorgun ve umutsuz. Düşü çalınmış bir uyku gibi. Bedenimi ve hayatımı anlamsızca vücut bulmuş bir taş parçası gibi insanların önüne, ayaklarının dibine yuvarladım; vurup tekmelesinler, çiğneyip geçsinler diye. Onu taşıyabilmek için, acıya gözlerimi kapadım. Sustum, ses çıkarmadım. Üzerime bulanan hayattan kaçmadım, hayatın tüm renkleriyle kirlendim. Ve şimdi, bedenim yine cisimleşirken, yeniden ellerimi, yeniden gözlerimi, kanımı ve damarlarımı hissederken, görüyorum tüm insanların içinde uyumakta olan o taşlaşmış ikinci insanı..\\

Tuesday, July 12, 2011

Davet



"6 pound 20 cent." Siyah tütün, fransız, mavi. Gardını alamadın, çünkü savaş biteli çok oldu. Geriye sadece uğultusu kaldı.

"Anlat bana." Yol uzar. Cümleler kısalır. Radyoda, sarışın bir kadının sesi. "Çok eskiden, seni ilk gördüğümde.."

Beni ilk gördüğünde, bu istasyondan haberim yoktu. Bu rotayı bilmiyordum. Bir yolcu değildim. Bir yol da var mıydı, artık hatırlamıyorum. "Duran her şey çürür."

"Being a Londoner means being a member of a huge and multicultural family." Kapadığın kapıyı kilitlediğini de anladığımda, içerideki yalnızlığın için üzülmüştüm. Yanılgılar. Cevaplar sağırdır, sorular dilsizse.

- You know what, I was a different person once in a different island and I even had a different name too.
- Really? What was that?
- Ibrahim. Like Lincoln.
- Ah, you mean the president of...

Bütün çocuklar masumdur, bütün çocukluklar bitmeden önce.

Friday, July 8, 2011

Yolcu-luk

"It is kinda weird summer, isn't it" diye sordu, latte yapmak için kullandığı metal nesneyi lavaboda yıkarken, "two days ago, it was hot as hell and now it's almost like we went back to the winter". "Not really, no" diye cevapladım. "It's only in London as you said I guess, in my country it is still not much different than hell as I heard" dedim. Bir yazı, bir hırkanın içinde, elimde sıcak bir latte varken düşünmemdeki anlama gözümü kapayarak. Elindeki metal nesneye ve üzerinden akan sıcak suya bakarak. "Oh, you are not British then. So where are you coming from" diye sorunca ise cevap vermedim, biraz bekledim. Elimdeki latte de, kullandığım dil de hızla soğudu. "That's what I am thinking on" diye cevap verip dışarı çıktım ve bir daha, bir yabancı olmak hakkında, yabancı bir dili kullanarak düşünmemek için kendime söz verdim.

...

Yağmur kara bulutlarla geldi üzerimize ve insanların, nesnelerin, hayvanların arasındaki boşluklara aldırış etmeden hepimizin üstüne yağdı, yağdı, yağdı. Kaçacak bir yeri olmayan herkes, önce kendi bedenine daha da çok çekildi sonra da o bedenin sınırlarından da kurtuldu. Evler, köpekler, yol kenarında büyüyen otlar ve tüm mutsuzlar bir bütün olduk, birleştik. Aç bir köpeğin karnındaki boşlukla izledim dünyayı, bir kapının açılmayan kilidi olmak istedim. Toprağın altına uzanan köklerim hızla kopsun ve rüzgarla birlikte neresi olduğunu bilmediğim bir yere uçuşsun istedim. Yağmur alnımdan, omuzlarımdan, yüzümden kayıp akarken ben de zamanın üstünden akıp gitmek toprağa damlamak istedim. Ama bir şey, bulutları çağıran ve rüzgarı estiren bir şey, izin vermedi bana.

...


Trenler tek bir dakika şaşmadan, duraksamayan bir ritmle, sessizce uzayan bir gölge gibi yanaşıyor platforma, kapılarını açıyor bekleyenlere ve sonra biten gün gibi uzaklaşıyorlar yine, raylarda izlerini bırakarak, boşluğa yer açarak ve ben, ve diğer yolcular platformlarda bekleyen, ve kararan eski kirli tuğlaları istasyonun, baş başa kalıyoruz yine, içimizdeki o henüz gitme sırası gelmeyen, yorgun ve yalnız yolcuyla. Ve gün bitiyor ağır ağır, biten diğer günlere ulanan bir vagon gibi, ama o da almıyor içine bizi.

...

Sonra sustum, sigara söndürdüm yara izlerimde, üzerlerine viski döktüm, kör bir kadına öptürdüm onları ve sustum, ve sustum, ve...
Yaşamak değil tek seçenek ...

Monday, May 23, 2011

Ağaçlar, Edebiyat ve Toplum Hakkında Kişisel Bir Yazı

Bugüne kadar tutmuş olduğum not defterlerinden yanımda bulunanları önüme serdim. Sırayla sayfaları karıştırdım, kendi yazdıklarımı tavaf ettim. Pek çoğu birbiriyle ilişik, diğerleri ise dünya'ya fırlatılmış bir yabancı gibi, yalnız. Kimi sayfalarda benzer sesler, kimilerinde ise tanımadığım birine ait cümleler gördüm, noktalama işaretleri ve kelimeler arasında boşluklar. Ama tek bir şey hiç değişmemiş; tarih bugüne yaklaştıkça ağaçlar beliriyor sayfalarda. Bazen koca bir paragrafa tek başına sızmış bir kelime kadar küçük, kimi zaman tüm metnin ortasında, kimi zaman da sayfanın kendisi olarak, ama hep artarak, ağaçlardan, ağaçlardan, ağaçlardan bahsediyorum.
Halbuki ben bir şehir çocuğuyum, ruhen ve aklen. Fakir Baykurt sırf köy romanları yüzünden - belki de Jules Verne ile birlikte - hayranlıkla hatmettiğim ilk roman yazarı, hem de yaşım daha on ikiye, on üçe varmadan. Ve köy hep yakınımda oldu, hem bilinen, hem de sevilen bir yer olarak. Ama benim yüzüm hep şehre dönüktü. Küçük bir şehirden, büyük bir şehre, oradan da bir metropole kaçmak, hayatımın kısa bir özeti gibi. Evet, dünya'da betondan kurulma megapoller kadar, yeşil alanları gri binalarından daha çok olan pek çok şehir de var, ama içinde büyüdüğüm küçük şehir de, ne birinci gruba girecek kadar büyük, ne de ikinci gruba girecek kadar şanslıydı. Durum böyle olunca ne zaman, nasıl, neden ağaçlarla böyle bir ilişki kurdum, bilemiyorum.
Edebiyat tarihini şekillendiren ama sosyal önemi diğer edebi kavramların önemi (söz gelimi, toplumcu gerçekçilik, ya da modernizm) kadar yüksek olmadığından yabana atılan kimi kavramlar vardır. Bunlardan biri - ve en sevdiğim - de "oda gerçekliği" kavramıdır. Oda gerçekliği kavramı, yazarın odasındayken farklı bir gerçeklik düzlemine ulaştığı, sosyal hayatın ve toplumun çoğunluğunu oluşturan gurubun algısından ayrıştığını ifade eder. Yazar, gerçeği arama dürtüsüyle de yazsa, kurgunun imkanlarına yaslanarak kendisine yeni bir algı ördüğü için kitlelerin ağzında pelesenk olmamış bir dille konuşmakta ve düşünmektedir, bu da onun kendi algısına ve belleğine ait bir kozmosa çekilmesi ve dünyaya o kozmosun merceğinden bakması anlamına gelir. Bu mercek, günlük hayatın debdebesinden, hiyerarşisinden ve çıkarlarından ayrışmış bir yerde bulunduğu için, bize kimi zaman paylaşılmış gerçeklikten daha net bir gerçeklik algısı sunmayı becerebilir, ama bu haliyle alternatif bir gerçek olmaktan çok, yeni bir gerçekliğin ham hali gibidir. Yazar, eskiyen yaşamlara karşı geleceği sunar; yeni insanı.
Benim odamın gerçekliğinde, bugüne dek dış dünya'dan sızıp gelen pek çok nesne buldum; sokak lambaları, içki şişeleri, boş tuvaller, dağınık yataklar ve artık kullanılmayan eskimiş elbiseler. Ama ağaç? Meşe ağaçları, zeytin ağaçları, badem ve elma ağaçları? Onların da ben fark etmeden odamda boy attığını gördüğümden beri, hiç bilmediği ikinci bir ismi, ikinci bir yaşamı olduğunu keşfeden biri kadar şaşkınım.
Cemal Süreya amiyane tabirle eti bir kazanda kaynamayacak bir ordu insan üzerine yazdığı denemelerini topladığı 99 yüz adlı kitabında, anlattığı her kişinin eline yazının sonunda bir şemsiye iliştirmişti. Bunu da şemsiyeyi tutan kişinin, onu nasıl tuttuğu ve neden tuttuğunu anlatarak kişiliğinin ufak bir özetini çıkartmak için yapmıştı. Kitap ilk yayınlandığında pek anlam verilemeyen bu küçük "hilesini" neden yaptığını açıklarken "ama araştırmadan geri kalmadım, teker teker Kadıköy'ün tüm şemsiyecilerini gezdim, farklı farklı şemsiyelere dokundum, kokladım" diyecek ve şaka yaptığını sanıp gülen röportörün suratına şaşkınlıkla baka kalacaktı. Ben ağaçlarla ilgili böyle bir araştırma yapmadım. Onlarla ilgili tüm bilgim ya kulaktan dolma, ya sezgisel, ya da amprik. Bu yüzden de odamda beliren bu gür dalların nereden geldiğini oturup düşündüm uzun uzun:
1. Çocukken yan komşumuzun bahçesindeki devasa çam ağacı, iki yaşından beri oturduğum evin penceresinden görünse de ne zaman nasıl büyüdüğünü görmediğim için içimi ürpertir, korkuyla karışık bir saygı duymama neden olurdu. Ona dokunmak isterdim. Kimse görmeden dokunursam bu korkunun dineceğini, benim de onun kadar büyük ve güzel olacağımı düşünür, bunu da kimseye söyleyemezdim.
2. Anneannemin evinin bahçesindeki limon ağacı. Altı yaşında, annem kız kardeşime hamileyken bir sene kaldığım o evde, üzerine tırmanıp, iki dalın birleştiği yerdeki çukura sığacak kadar küçük olan bedenimi dallardan biriymiş gibi hissedene kadar yapraklarının arasında saklayıp, birisini bekliyormuş gibi evin karşısındaki boş ovalara baktığım, yorulunca da inip gövdesine sırtımı dayadığım o koca ev. Ağacın altında aileden birilerinin, bir şekilde bir çocuk fuarında çalıştığı dönemden kalma tahta bir at dururdu (hala duruyor) ama inip o atla oynamak aklıma gelmezdi hiç. O, uzaktan izlenen bir şey olarak güzeldi, dünya'nın geri kalanı gibi.
3. Babamla, annemin ağaçları. Ağaç tarlaları? Onların onlarca, yüzlerce ağacı. Babamın ben 14 yaşındayken, ani bir kararla (şehir bıkkınlığı, yorgunluğu) gidip tek tek fidanları için çukur kazdırdığı, fidanlarını diktirdiği badem ağaçları, zeytin ağaçları. Her pazar dedemleri ziyaret ederken arabayla çevresindeki yollardan geçtiğimiz bu ağaçlara inatla yüz çevirmez, annemle, babamı üzme pahasına onlarla ilgilenmezdim. Bir çocuğu yetiştirmekten daha az meşakkatli olmayan bakımlarına yardım etmeyi inatla reddederdim. Bugün bile hatırlayınca beni yoran bir öfkeyle onları ateşe vermeyi düşlediğim bile olurdu. Çünkü onları kıskanıyordum. Onlar için ayrılan vakti, onların annemle babamı hiç hayal kırıklığına uğratmayışını, onların dünyayla benim gibi boğuşma ihtiyacı duymadan sessizce kök salmasını ve büyümesini kıskanıyordum. Ben sıkıştığım küçük alanda bile, kurumakta olan ağacından kopmuş bir yaprağın sancısıyla süzülürken onlar dingin ve vakur duruşlarıyla bana erdemi hatırlatıyordu. Ve tanıdığım pek çok insanın da tıpkı benim gibi, bir ağaç kadar güzel olamayışını, onlardaki eksikliği, yarım kalmışlığı.
Bir erkeğin ölümü, babasının ölümü ile başlar derler. Doğru olsa gerek. Ama bir erkek çocuğunun ölümünün, babasını anlamaya başlayışı ile başladığına eminim. Babamın sağlığındaki sorunu öğrenip ona duyduğum sevginin tüm öfkelerden daha güçlü olduğunu görünce, barıştım ağaçlarla da. Onlarla tanıştım, onlara boyun eğdim. İnsanın karşısındaki güzelliklerinin erdemi hatırlatmadığını, erdemin kendisi olduğunu anladım.
Kişiliğimi, kendi hikayemi, yazdıklarıma çok fazla yerleştirir gibi yapıyorum. Yalan bu. Kişiliğime ait yüzlerden sadece birinin yazılarımda belirmesine izin veriyorum, ve kendimi tamamen sunacak kadar da yetkin hissetmeden de, geri kalanı sunmayacağım. Ne yazıya, ne okura, ne de kendime böyle bir kötülük yapmayacağım. Ama yine de, ben hakkında hiç düşünmeden hayatımdaki yerini sessizce açmış olan ağaçlar, kalemimin de ucunda belirdiği için mutluyum. Belki de, bir odadaki adamın gerçekliği ile, bir ağacın çukurlarına saklanan çocuğun gerçekliği arasında o kadar da büyük bir uçurum yoktur. Ve belki de yazarak büyür bazı çocuklar. Yazarak anlar, sever ve bağışlar.

Friday, April 22, 2011

Yena

Sonbahar biterken bekledim seni, insanların arasında, çok uzaktayken bekledim. Yüzlerce insan tek bir ağızdan konuşsa bile uğultunun içinden geçip beni bulan sessizliği dinlerken bekledim. Yattığım yerden batan güneşi ve beliren geceyi izlerken bekledim. Uzak bir ülkenin sessiz bir sokağında köşeyi döndüğümde karşıma çıkmanı umarken bekledim. Bir sinema salonunun loş karanlığında diğer insanları izleyip seni görmeyi dilerken bekledim. Kahkahalarımın son nefesinde suskunluk yine ağzımın içine dolarken bekledim. Seviştikten sonra yattığım yerden kalkıp evin boş sessizliğinde sigara içerken bekledim. Balık yerken senin de onu rakıyla mı yemeyi sevdiğini yoksa şarabı mı tercih ettiğini düşünürken bekledim seni. Sen gittiğinden beri kaç bardak içtiğimi, kaç kez masaya oturduğumu hesaplamaya çalışıp aramıza giren süreyi bardaklar ve tabaklarla ölçmeye çalışırken bekledim. Seni hiç tanımayan kadınlar seninle kavga ederken bekledim. Doğduğum şehrin, tüm kaba, tüm kirli, tüm sevgisiz insanlarıyla tanışıp onların siyah akıntısında sürüklenirken bekledim. Herkes kadar suçlu, herkes kadar kirli olduğumu kabullenirken bekledim seni. Seni beklediğimi bile unutacak kadar, sanki her an yanımdaymışsın gibi seni kırmaktan korka korka yaşarken bekledim. Tütün kokan kadehlerde kahve ve alkol tüketirken, siyah kapaklı beyaz sayfalı defterler güneşe tutulmuş aynalar gibi gözümü kamaştırırken bekledim. Elimden kayıp toprağa düşen elmanın zamanla nasıl toprağa karıştığını görürken bekledim. Toprağa karışan elmalar boyu bekledim seni, bir elma olup toprağa karışmayı dilerken bekledim. Dünyadaki on milyar numaranın arasından parmakların yanlışlıkla benim numaramı tuşlasın ve santrallerden, telefon direklerinden, ahizelerden geçip gelen ses senin sesin olsun diye dilerken bekledim. Akan nehrin sesini dinlerken bekledim, o nehrin senin yanındaki bir denize ulanmasını umarken bekledim. Bir işin tam ortasında ya da bir sohbetin içindeyken dalgınlaştığımı görüp "ne o bir yerlerde gemilerin mi battı" diye soranlara, "hayır batmaz o" diye cevap verirken bekledim. Bana bakıp gülenlere bakıp ben de gülmek isterken bekledim. Karanlık bir yoldan geçiyorken can sıkıntısıyla ıslık çaldığımda bekledim. Anlar, saniyeler, günler, ve yıllar boyunca bekledim seni. İlk gençliğim boyu bekledim. Ve sonra sen geçip arasından anların, saniyelerin, günlerin ve yılların, bulduğunda yeniden beni, anladım ki, yine alsa, yine saklasa bile dünya, ben yine anlar, saniyeler, günler ve yıllar boyunca beklerim seni.

Wednesday, March 16, 2011

"Telefonuna Neden Bakmadın?"

"Someone Calling"

Edebiyatın beni çağırdığı yer, vaktin hep akşamüstü olduğu bir ülke. Orada evlerin beyaz yüzleri var. Roman insanları ya bir yokuştan aşağı iniyor ya da bir yokuşu tırmanıyor, hep. Az önce biten bir yağmurun ıslattığı sokakta yürünüyor, sürekli. Kaldırımlar çok uzun, bittikleri yer nadiren görünüyor, ama insanların gölgeleri daha da uzun, daha da siyah. Bütün kadınlar güzel, bütün erkekler sessiz, bütün çocuklar da mutlu. Herkesin bildiği kelimeler, herkesin bildiği harflerle yazılıyor ama yine de kullanılan buradaki hayatın dışında kalan yabancı bir dil. Ve fizik kuralları da daha farklı, zaman, zaman zaman yavaşlayıp hızlanabiliyor. Orada, edebiyatın beni çağırdığı yerde, gizli gizli dolaşıyorum ben. Kalemimi dikkatle, onlara dokunup rahatsız etmekten korkarak kullanıyorum. Roman insanları beni fark edecek olursa bir telefon kulübesinin ya da bir ağacın arkasına saklanıyorum. Bu yüzden ses de yok burada, sadece görüntüler var.

"1 Missed Call"

Eğer ki kötü bir günün içindeysem, ve o günü geride bırakmak için bu dünyaya sızmışsam bazen kalemimi dışarıda unutup bir roman kahramanı gibi davranmaya da cesaret edebiliyorum. Kelimelerle çıkarıyorum ceketimi, kelimelerle dokunuyorum o kadının yüzüne, kelimelerle öpüyorum onu, kelimeler birleştiriyor bizi. Kapıdan çıkarken ufak bir bakışma değil, bir virgül duraksatıyor beni ve ben duraksayınca yine kelimelerle ilerliyor çevremdeki hayat. Uzayan cümleler, uzayan sessizlikler demek burada. Uzayan sessizlikler de yollara eklenen yeni mesafeler, daha da uzayan gölgeler ve kaldırımlar demek.

"4 Missed Call"

Buraya ilk geldiğim gün de, buraya sadece tek başıma gelebileceğimi biliyordum ama bu iki dünya arasındaki mesafenin bu kadar uzun olduğunu kimse söylememişti bana. Beni çağıran bu yeni dünyaya gidişimi, yakınlardaki bir şehre gidişim gibi düşüneceğinizi sanmıştım hep. Öyle olmadığını, bu yolculuğun bazı şeyleri geride bırakmak, onlardan kopmak ve giderek bir yabancıya dönüşmek anlamına geldiğini sonradan öğrendim. Başka insanlar da, bu yeni dünyanın sokaklarında benden daha özgür, daha cesur, daha mutlu dolaşan başkaları da vardı, ama onların da bu dünyaya bıraktığı tek şey cümleleriydi.

"7 Missed Call"

Sizi özlediğim doğru. Ama sizden daha çok sizinle ilgili kurduğum hayalleri özlüyorum. Siz de benimle birlikte buraya gelseydiniz, hiç birimiz o çirkin sokaklarda, o çirkin insanların arasında bulunmak zorunda kalmaz, hırpalanmaz, geçmekte olan anın anlamına dokunarak yaşayabilirdik. Ama bu mümkün değil, çünkü beni çağıran dünya, sizin dünyanızdan kaçanların kurduğu bir yer olduğu için güzel. O dünyaya kucak açtığı için değil.

Saturday, March 12, 2011

So There Are No Poems Coming To Me*


Dünyanın en soğuk yeri, iki dostun iki yabancıya dönüşmeye başladığı yerdir.

*: Finlandiyalı kısa film yönetmeni Hannaleena Hauru'nun Orhan Pamuk'un Kar romanından esinlenerek Kars ve Beijing'de çektiği kısa metrajlı film.

Wednesday, March 2, 2011

Yazmak -2

Yazın. Yazmak için belirli bir nedene sahip olma zorunluluğu yoktur. Yaşamak için olmadığı gibi. Bu yüzden de çoğu zaman yaşamanın ta kendisidir yazmak. Yazarlar için "ikinci bir hayata sahip" yakıştırması yapılması boşuna değildir. Yaşamı sonlandırmak da teknik olarak yazmayı bırakmak kadar kolaydır. Bir kutu ilaç, yüksek bir yerden boşluğa uzanmak, bir bıçak kolayca bir hayatı sona erdirebilir. Ama buna rağmen delirtici bir ihtimaldir intihar ihtimali. En en en çaresiz anlarda ve nadiren akla gelir. Bütünüyle mutlu bir hayatta ise hiç hatırlanmaz. Yazmayı bırakmak da intihar kararı almak gibidir. Teknik açıdan çok kolaydır. Bir kalemi kırmak, bir kitaplığı yakmak ya da dağıtmak yeterli görünür. Ama imkansızdır. Bir başka delirtici ihtimaldir. Ve iyi bir yazarın hiç aklına gelmez.

Ama başlangıçlar zordur. Sadece nefes alıp veren bir bünyeden bir hayatın sahipliğine terfi etmek kadar zordur. Önce yazma korkusunu yenmek gerekir. Kendinizi tarihin tüm kitaplarının, yazılmış ve yazılacak tüm cümlelerin önünde yargılanacakmış gibi hissetmekten bir şekilde kurtulmanız gerekir. Bu aynı zamanda bir iç dünyayı örmeye başlamak anlamına da gelir. Git gide daha çok içine çekileceğiniz, herkesin kolay kolay yolunu bulup sizinle içine doğru süzülemeyeceği bir dünyaya.

Hiç beklemediğiniz bir utanç karşılar sizi bu dünyanın kapısında. Yazma utancı sevişilmemesi gereken biriyle sevişmekle tamamen aynı tatda bir utançtır. Olmaması gerekirken olmuştur, bütün dünya sizi vazgeçirmeye çabalamıştır. Ama siz insanların tüm çabasına göz kapayıp başka bir yöne çevirirsiniz yüzünüzü. Bunu gizlice ve sessizce yaparsınız. Kimseye söylemeden tadarsınız gizli bir olasılığın tadını. Orgazmın ardından gelen ilk bir kaç dakika uyuşturucu bir güzelliktedir ama sonra suçluluk başlar. Sonra "burada olmayabilirdim" başlar. İhtimaller sizi cezbetmeye çalışır. O odaya kapanmamış, o yolculuğa çıkmamış olsanız şimdi nerede olacağınızı düşünürsünüz. Çok uzağa giden birinin içinden yükselen korkudur ellerinizi uyuşturan. Geriye dönmek imkansızdır ve siz nereye doğru ilerlediğinizi bilmeden ilerlemeye devam ediyorsunuzdur. Yaptığınız şeyi tüm dünyaya itiraf etmekle onu tamamen unutmaya çalışmak arasında gidip gelirsiniz. Sonra yeni bir cümle, nereden geldiğini bilemeyeceğiniz sert, güçlü, güzel yeni bir cümle kalemin ucunda belirir ve sizi korkunun da uzağına taşır.

İşaret okları yerine kelimeleri takip eden bir yolcusunuz artık, geride bıraktığınız izin adı da "yazı". Zaten siz de bu yeni dünyaya bir başkasının bıraktığı izin peşinden gelmemiş miydiniz?

Ve ben artık dünyanın tüm ışıkları teker teker sönsün sadece okuma lambam çalışsın istiyorum. Ve ben kararan şehirlerde, gözümde kalan ışıkla aranıza karışmak sizi bulmak istiyorum. Ve ben gözlerimi yüzünüze dikip bakışlarınıza dokunmak istiyorum. Ve ben o bakışlardaki boş beyazlığı kendi mürekkebimle doldurmak istiyorum.

Bir insan değilim çünkü ben.
Bir kalemim.

Thursday, February 17, 2011

Uluma - Allen Ginsberg


Carl Solomon
için
i
gördüm kuşağımın en iyi beyinlerinin çılgınlıkla yıkıldığını, histerik çıplaklıkla
açlıktan geberdiğini,
zenci sokakların şafağında gördüm onları bozuk kafalarıyla mal ararken,
gecenin makinesinde yıldızlı dinamo ile eski cennetsel bağ için yanıp tutuşan
melek kafalı hipsterler,
yoksulluk ve paçavralar ve sahte gözlerle şehirlerin üstünde yüzen sıcak suyu
olmayan ucuz odaların doğa üstü karanlığında yükseğe doğrulup sigara içerken
jazzı seyredenler,
yaradan’ın cennetinde zihinleri apaçık olanlar aydınlatılmış ucuz çatı katlarında
ve yeraltlarında muhammed’in dolaşaduran meleklerini görenler,
arkansas ve blake-ışığı trajedisi arasından parlak ifadesiz halüsinatif gözlerle
bilgi savaşının üniversitelerinden geçip gidenler,
akademilerden delilik ve ahlaksızlığa düzdükleri methiyeleri kafatası üzerindeki
pencerelerde yayınladıkları için tekmeyi yiyenler,
parasını çöp sepetlerinde yakarak ve dehşeti duvardan dinleyerek tıraşsız
odalarda don gömlek sinenler,
apış arasındaki marihuanayla laredo’dan dönerken new york’da içeri tıkılanlar,
ucuz otellerde ateş yiyenler ya da paradise alley’de terebentin içenler, ölüm, ya
da geceden geceye gövdelerini arafta bırakanlar,
düşlerle, ve uyuşturucularla, uyandıran kabuslarla, alkol ve sik ve sonsuz
taşaklarla,
ürperen bulutların emsalsiz kör sokakları ve canada ve paterson’un kutuplarına
doğru sıçrayan aradaki zamanın hareketsiz dünyasını aydınlatan aklın şimşeği,
geçitlerin peyote dayanışması, arkabahçe, yeşil, ağaç, mezarlık sabahları, çatı
katlarında şarap kafası, kafaları iyi olduğu esnada çıktıkları zevk gezilerinde
mahallelerin dükkanlarının vitrinlerinde trafik ışıkları gibi yanıp sönen neonlar,
güneş ve ay brooklyn’in sert kışının alacakaranlığındaki ağacın titremesi, esrar
külünün laneti ve aklın yüce ışığı,
hayvanat bahçesi ışığının iç karartıcı parlaklığında boğazları paramparça ve
kasvetli beyinleri örselenmiş,
benzedrine boğulmuş halde rayların ve çocuk seslerinin gürültüsü arasında
titreyerek
battery’den bronx’a sonsuz bir gidiş için kendilerini yeraltında zincirleyenler,
gece boyunca bickford’da loş ışığın altında dibe vurmuşçasına gömülüp
kalanlar ve dışarı çıkanlar ve gün ortasında ıssız fugazzi’de bayat bira içerek
otomatik plak çalarda çatırtıları dinlemeye mahkum olanlar,
yetmiş saat durmaksızın konuşarak, parktan mekana, mekandan bara, bardan
bellevue’ye belleuve’den müzeye, müzeden brooklyn köprüsüne
ayın ötesinde/ki empire state’in pencere pervazlarından sarkan yangın
çıkışından atlayan platonik belagatçilerin yitik bölüğü,
olayları ve anıları ve anekdotları ve görme zevkini ve hastane şoklarını ve
cezaevlerini ve savaşları bağırıp çağırıp fısıldayıp kusarak konuşanlar,
yedi gün yedi gece harap olmuş anımsamalarıyla parıldayan gözlerle
kaldırımların üzerini örten mağlup sinagog eti,
artlarında atlantic city hall’ün belirsiz resminin kartpostalını iz bırakıp
zen new jersey’i terk ederek hiçbir yere doğru gözden yitenler,
kederli doğunun sıkıntı veren terlemesiyle tanca’nın kemik gıcırdatanları,
çin’in migreninden mustarip, iç karartan döşemesiyle newark’ın boktan bir
odasında esrarın etkisiyle pelte-k-leşenler,
geceyarısı demiryolu boyunca oradan oraya amaçsızca gidip gelen yurtsuzlar,
hiç kalp kırmadan çekip gidenler, gece, yükvagonlarında yükvagonlarında
yükvagonlarında sigaralarını yakanlar,
eroin için para sızdırmaya çalışarak dalavereyle, yalnızlık hissi veren
çiftliklerinden geçenler büyükbabanın,
kansas’ta kozmosun tinlerinde vızıldayıp ayaklarına değin titrediklerini
hissettiklerinde plotinus poe st. john üzerine kafa yorup haç çıkarıp telepati,
bop ve kabala ile uğraşanlar,
idoha sokaklarından birbaşına geçip giderek düşsel kızılderili meleklerle düşsel
kızılderili melekleri arayanlar,
parıldadığında baltimor çılgına dönüp doğaüstü esrimeye dalanlar,
etkisiyle kış gecesinin ortasında sokak ışığının küçükkent yağmurunun
oklahoma’nın çin göçmeni herifleriyle limuzinlerde takılanlar,
houston’da aylak ve aç cansıkıntısıyla yalnızlığın jazz seks ya da çorba için
takılanlar
amerika ve sonsuzluk hakkında tartışmak için parlak ispanyolların peşinden
gidip,
afrika’ya giden bir gemiye çaresiz kapağı atanlar,
artlarınca chicago’nun mekanlarında yakılmış şiirlerin külünden lav işçi
tulumlarının gölgesi ve döküntülerden başka hiçbir şey bırakmayarak mexico
volkanlarında gözden yitenler,
batı kıyısı’nda f.b.i’ı soruşturarak sakallı ve kısa pantolonlu büyük barışçıl
gözleri ve cinsellik kokan koyu derileriyle hatların ötesinde bildiri dağıtıp
yeniden ortaya çıkanlar,
cigaralarını üstlerinde söndürerek kapitalizmin ot tezgâhını protesto edenler,
staten island feribotu bastırdığında korkunç sesini wall’un ve bastırdığında los
alamos’un korkunç seslerini feryat ederek çırılçıplak soyunarak union
meydanı’nda kıyakkomünist bildiriler dağıtanlar,
beyaz okullarında yerleşmiş çetelerin doğrulttukları makineler karşısında çıplak
ve titrek ağlayarak yere yığılanlar,
düzüşmeksizin haykırarak sevişmekten, “zıkkım”lanmaktan ve oğlancılıktan
başka hiçbir şey yapmadıkları için bir suçu olmayıp polisaraçlarında mest olmuş
halde enselerinde dedektifler bitenler,
metroda dizlerine vurarak uğuldayanlar ve elyazmalarına bir göz atıp siklerini
pantolonları üstünden sıvazladıkları için uzayıp gitmesi istenenler,
bi işleri olmadığından azizimsi motorculara götlerini siktirip zevk çığlığı atanlar,
meleksi insanlıklarıyla uçanlar ve uçuranlar, atlantik ve karayip aşklarını
okşayan denizciler,
gülbahçelerinde, halk parklarının çimlerinde ve mezarlıklarda önüne gelen
herkese özgürce spermlerini attırarak sabah akşam otuzbir çekenler,
durmaksızın hıçkırarak tükenenler, kıkırdayıp coşarken sarışın & çıplak bir
melek artlarında belirdiğinde deşmek için onları palasıyla, bir türk hamamının
odasında mahvolanlar,
aşkoğlanlarını kaderin şirret üç ihtiyar kaşarına, heteroseksüel doların tek gözlü
kaşarına, dölyatağından göz kırpan ve kıçını kırıp oturmaktan,
dokuma tezgâhındaki aydınlanmış altın sarısı ipleri kırpmaktan başka bir şey
yapmayan tek gözlü kaşara kaptıranlar,
doyumsuzca ve esriyerek çiftleşenler bir bira şişesiyle bir sevgiliyle bir sigara
paketiyle bir mumla ve yataktan düşenler,
ve zemin boyunca yuvarlanıp salonu sürüklenerek devam edip duvarın dibine
yaslanarak son amcık vizyonuyla nihayetinde kendinden geçenler ve bilincin
son attırımından sıyrılarak gelenler,
günbatımında milyonlarca kızın amcıklarını akıtanlar ve sabah yeri gözleri
kıpkırmızı olsa da gündoğumunun deliğini de sulandırmaya hazır olanlar,
ahırlarda götleri alevlenenler ve göllerde çıplak olanlar,
sayısız çalıntı gecearabasıyla colorado’da bir boydan bir boya orospulukla hayat
sürenler,
n.c, bu şiirin gizil kahramanları, yarakadam, denver’ın adonis’i, yemek vakti
arkabahçede sayısız kıza döşeyerek akıtanlar, sinemanın arka koltuklarında
takanlar, sarsakça yan yana dizilenler, dağların tepelerinde mağaralarda bildik;
sıska garson kızlarla ıssız yol kenarlarında oynaşanlar- elbiselerini yukarı
sıyırarak & bilhassa kıyı benzin istasyonları tuvaletlerinde “tekbencilik”
yapanlar & memleketin çokça ıssız yollarında; solgun demode büyük leş
sinemalarında, düşlerini değişenler, ansızın manhattan’da uyananlar ve
kendilerini bodrum katlarından dışarı atarak, kalpsiz macar şarabının
tüketmişliği ve 3. caddenin demir düşlerinin dehşetiyle işsizlik maaşlarını almak
adına, büroya dek tökezleyerek yürüyenler,
tüm bir gece boyunca karla kaplı iskelelerde kan dolmuş ayakkabılarıyla
yürüyüp, east river’da arzu dolu esrar odalarının kapılarında açılması için
bekleşenler,
hudson kanyonunun dik kayalıklarına kurulu evlerinde ayın savaş zamanı
ışığına benzeyen projektörün mavi ışığında büyük intihar dramaları yaratanlar &
başlarında defne taçlarıyla unutulacak olanlar,
düşlerinde kuzugüveci yiyenler ya da bowery nehrinin çamurlu sularında
yengeç lüpletenler,
sarma kâğıdı ve kötü müzikle mal satıcılarının arabalarında sokakların
romansına ağlayanlar,
bir köşede oturup köprü altının karanlığında nefes alanlar, tavanaralarında
klavsenle orgazm olanlar,
teolojinin turuncu sandığıyla tüberkülozlu bir göğün altında alevlerle taçlanmış
harlem’de altıncı katta öksürüğe boğulanlar,
gece boyunca sihirli sözlerle esriyip sallanıp yuvarlanarak bir şeyler
karalayanlar, tan ağarmasının sarılığında anlamsızlığın şiirini yazdıklarını
görenler,
salt bitkisel bir krallık düşleyip de çürümüş hayvanlar ciğer yahnisi yürek paça
pancar çorbası ve meksika pizzası pişirenler,
bir yumurta peşinden et kamyonlarının altına dalanlar,
saatlarını çatılardan fırlatarak zaman dışı sonsuzluğu seçenler & sonraki on yıl
boyunca her gün çalar saat sesine uyananlar,
art arda en az üç defa bileklerini kesip de başarılı olamayan ve vazgeçip
mecburen içinde yaşlanıp mızmızlanacakları bir antikacı dükkânı açanlar,
kurşuni dizelerin patlamaları & cepleri dolmuş modacıların kafa ütüleyen
safsataları & reklamcılığın ibnelerinin nitrogliserin çığlıkları & zeki editörlerin
fesatlığının zehirli gazında madison avenue’da uyduruk elbiseleri içinde
yanarak tükenenler, ya da mutlak gerçek’in taksicilerinin sarhoşlukla çarpıp
yere devirdikleri,
brooklyn bridge’den atlayanlar, bu gerçekten oldu ve yitik adımlarla
yürüyenler çin mahallesinin büyüsünde ruhları kendinden geçenler
yol boyu çorba & yangın kamyonları, beleş bira yok,
umutsuzluk içinde pencerelerden dışarı country söyleyenler, metro kapılarından
fırlayanlar, pislik passaic durağında atlayanlar, zencilerin üzerine atılanlar, tüm
sokak boyu ağlayanlar, yalınayak şarapkadehi kırıkları üzerinde dans edenler,
1930'ların avrupasının nostaljik tükenmiş alman jazz fonograf kayıtlarını
paramparça edenler, viskiyi tüketip inleyerek ıstırap içinde iğrenç tuvaletlerde
çıkaranlar, kulaklarında inlemeler ve uğultusu devasa buhar kazanlarının.
geçmişin seyahatlerinin otoyollarından aşağı uçar gibi birbirlerini golgotha’ya
taşırcasına yol alanlar hapis-yalnız uyanık veya birming- ham jazzın vücut
buluşu,
sonsuzluğu bulmak için benim bir vizyonum ya da senin bir vizyonun ya da
onun bir vizyonu var mı diyerek tüm ülkeyi arabayla yetmişiki saatte katedenler,
denver’a yola çıkanlar, denver’da ölenler, denver’a geri dönenler & boşyere
bekleyenler, denver’ı bekleyenler & kuluçkaya yatanlar & denver’da yalnız
kalanlar ve sonunda zamanı keşfetmek için uzayıp gidenler & şimdi denver bu
kahramanları için yalnızlıktan sıkkın,
ruh bir saniyeliğine de olsa saçlarını halelendirene dek ışığıyla umutsuzca
katedrallerde dizleri üzerine çökerek birbirlerinin kurtuluşu ışık ve sineler için
yakaranlar,
parçalanmış zihinleriyle altın gibi kafaları yüreklerinde gerçeğin tılsımı
cezaevinde imkansız suçlar için beklerken alcatraz’a tatlı blueslar düzenler,
bir alışkanlığı yetiştirmek için mexico’ya ya da rocky dağlarına buddha’yı
yumuşatmaya ya da oğlanlar için tanca’ya ya da kara lokomotif için güney
pasifik hattı’na ya da narkissos için harvard’a mezarlıktaki papatya öbekleri
için woodlawn’a çekilenler,
radyoyu hipnotizmayla suçlayarak akılsağlığı davası açılmasını talep edenler
ama delilikleriyle elleriyle kararları askıda bırakan bir jüriyle kalakalanlar,
new york şehir kolejinde dadaizm sunumu yapanların üzerine patates salatası
atanlar ardından tıraşlı kafalarıyla ve intiharın soytarı söyleviyle akılhastanesinin
granit basamaklarında lobotomiye kuvvetle istek duyanlar,
ve bunun yerine kendilerine insülin ve metrazol şok terapisi elektrikli su terapisi
psikoterapi meşguliyet terapisi masa tenisi & hafıza kaybının somut boşluğu
sunulanlar,
katatoni içinde kısasüreliğine duralarken şakası olmayan bir karşıkoyuşla
yalnızca sembolik bir pinpon masasını devirenler,
yıllar sonra kandan peruklarını saymazsak geriye kel dönenler, doğunun
kaçıkkent koğuşlarında salt delirmişlerde zuhur eden kötü kader esriklik
içerisinde parmakla(n)mak,
pilgrim state’in rockland’in ve greystone’un kokuşmuş koridorları, ruhlarının
gölgeleriyle ağızdalaşına girenler, geceyarısı aşkın topraklarında-dolmen setleri
üzerinde- bir başına sallanıp yuvarlanarak, yaşam düşü bir kabus, vücutları ay
denli ağır taşa dönenler,
nihayetinde anayla******, ve ucuz apartman dairesinin penceresinden
fırlatılmış son fantastik kitap, ve sabahın 4ünde kapatılmış son kapı, ve cevaben
şiddetle duvara çarpılmış son telefon, ve zihinsel mobilyası son parçasına dek
boşaltılmış son döşeli oda, gömme dolapta tel askıya iliştirilmiş kağıttan sarı bir
gül, ve bu düşsel bile olsa, hiçbir şey ama küçük umut dolu bir sanrı işteah,
carl, sen güvende değilken ben de güvende değilim, ve şimdi sen gerçekten
zamanın tüm pisliğinin içindesinve
bundan dolayı buz tutmuş sokaklar boyunca koşanlar, elips katalog metre
titreşen düzlem kullanımının simyasındaki ani parıldamaya takıntılı,
hayal kurup bitiştirilmiş imgeler boyunca zaman ve uzayda somutlaştırılmış
geçitler açanlar ve 2 görsel imge arasında ruhun başmeleğini kapana kıstıranlar
ve doğadaki elementlerin özlerini birleştirip pater omnipotens aeterne
deus’nun heyecanıyla coşup bir sıçrayışta bilincin ismini koyup çizgisini
belirleyenler,
yoksul beşeri nesrin ölçü ve söz dizinini yeniden yaratmak için ruhlarında
kafalarındaki çıplak ve sonsuz düşünüşün ritmini uyumlu kılacak ikrarı
reddederek huzurumuzda dilleri tutulmuş ve zeki ve utançla titreyerek ayakta
dikilenler,
zamandaki kaçık serseri, ve kutsanmış melek, bilinmeyen, yine de ölümden
sonraki zaman boyunca söylenecek ne varsa koyanlar ortaya,
ve jazzın hayaletimsi giysisiyle orkestranın altın rengi nefesli borularının
gölgesinde yeniden dirilerek doğrulanlar ve amerika’nın çıplak zihninin aşk için
çektiği ıstırapları, kentleri son radyosuna varasıya paramparça eden eli eli
lamma lamma sabacthani çığlığıyla üfleyenler saksafonu
parçalanarak vücutlarından çıkartılmış yaşam şiirinin saf kalbiyle ki bin yıl
afiyetle yenir.
ii
alüminyum ve çimentodan nasıl bir sfenkstir ki kafataslarını açıp parçalamış
beyinleri ve imgeleri yiyip bitirmiş?
molok! yalnızlık! pislik! çirkinlik! külkovaları ve elde edilemez dolarlar!
merdiven diplerinde çocuk çığlıkları! ordularda hıçkırarak ağlayan
oğlançocukları! parklarda gözüyaşlı ihtiyar adamlar!
molok! molok! kabus molok! sevgisiz molok! zihinsel molok! molok ezici
yargıcı insanların!
molok akıl almaz zindan! molok kurukafa bayrağı çekilmiş ruhsuz hapishane ve
elemlerin kurultayı! yapıları yargı olan molok! savaşın sayısız taştan abidesi
molok! sersemlemiş hükümetler molok!
zihni salt bir makine olan molok! damarlarında kan yerine para dolaşan molok!
parmakları on ordu olan molok! göğsü kendi cinsinin etini tüketen bir dinamo
olan molok! kenarlarından dumanlar tüten bir gömüt olan molok!
molok gözleri binlerce kör pencere! uzun sokaklarında ebedi yahovalar gibi
gökdelenler dikilen molok! sis içindeki fabrikalarında düş kurup cavlağı çeken
molok! devasa bacaları ve antenleriyle kentleri taçlandıran molok!
sevdası sonsuz petrol ve taş olan molok! ruhu elektrik akımı ve bankalar olan
molok! yoksunluğu dehanın sureti olan molok! yazgısı cinsiyetsiz bir hidrojen
bulutu olan molok! molok adı us olan!
molok içinde yapayalnız oturduğum! kendinde melekleri düşlediğim molok!
molok delirdiğim! sikemiciyim molok’ta! aşksız ve erkeksizim molok’ta!
molok ruhuma çok önceleri giren! molok içinde gövdesiz bir bilincim ben!
molok beni doğal esrikliğimden korkutan! kendimden geçtiğim molok!
uyandığım molok! gökyüzünden boşalan ışık!
molok! molok! robot apartmanlar! görünmez banliyöler! hazine çatıkları! kör
sermayeler! şeytansı endüstriler! hayaletimsi uluslar! mağlup edilemez
tımarhaneler! granit yaraklar! canavarca bombalar!
onlar cennete kaldırırken molok’u parçaladılar sırtlarını! kaldırım taşları,
ağaçlar, radyolar, daha bir dünya şey! zaten varolan ve hep içinde olduğumuz
şehri cennete kaldıranlar!
vizyonlar! kehanetler! halüsinasyonlar! mucizeler! esrimeler! amerikan
nehrinde batıp gitti!
düşler! tapınmalar! aydınlanmalar! dinler! bir gemi yükü duygu zırvası!
kirişikırmalar! nehrin diğer tarafına! evirip çevirmeler ve çarmıha germeler!
tufana kapılıp gitti! yükselmeler! anlık tanrı görümleri! umutsuzluklar! on
yılın hayvani çığlıkları ve intiharlar! bellekler! yeni aşklar! kaçık nesil!
zamanın kayalıklarından aşağı!
gerçek kutsal kahkaha nehirde! gördüler her bir şeyi! vahşi gözler! kutsal
haykırışlar! çekip gittiler eyvallah deyip! atladılar çatıdan! ıssızlığa! el
sallayarak! yanlarında çiçeklerle! nehre doğru! sokağa!
iii
carl solomon! seninleyim rockland’da
benden daha kaçık olduğun
seninleyim rockland’da
fazlasıyla tuhaf hissettiğin
seninleyim rockland’da
annemin gölgesine öykündüğün
seninleyim rockland’da
on iki sekreterini öldürmüş olduğun
seninleyim rockland’da
o görünmez nüktedanlığınla güldüğün
seninleyim rockland’da
aynı korkunç daktiloda büyük yazarlar olduğumuz
seninleyim rockland’da
vaziyetin ciddileştiği radyodan bildirilen
seninleyim rockland’da
kafatasındaki melekelerin zeka asalaklarını artık içeri sokmadığı
seninleyim rockland’da
utika’nın evlenmemiş kadınlarının göğüslerinden karnını doyurduğun
seninleyim rockland’da
bronx’un kartal bedenli kadınlarının vücutlarında kelime oyunlarıyla eyleştiğin
seninleyim rockland’da
cehennemin dipsiz kuyularında asıllı bir pingpong maçını kaybettiğinden
deligömleği içinde feryatlar ettiğin
seninleyim rockland’da
katatonik bir halde takıldığın piyanonun başında ruhun masum ve ölümsüz
olduğunu donanımlı bir tımarhanede asla imansız ölmemesi gerektiğini
söylediğin
seninleyim rockland’da
elliden fazla elektroşokla ruhunun hac yolunda gerildiği çarmıhtan bedenine asla
yeniden dönmeyeceği
seninleyim rockland’da
doktorlarını akıl hastalığıyla itham edip ulusalcı faşist golgotha’ya karşı
sosyalist ibrani devrimi entrikaları çevirdiğin
seninleyim rockland’da
long islang göğünü yarıp insanüstü kabrinden çıkararak yeniden dirilteceğin
kendi yaşayan insan isa’nı
seninleyim rockland’da
yirmi-beş-bin çılgın yoldaşla hep bir ağızdan enternasyonel’in son kıtasını
söylediğimiz
seninleyim rockland’da
birleşik devletleri öpüp sarmaladığımız çarşaflarımız altında o birleşik
devletlerin alışkanlık yaptığı öksürüğüyle gece boyu bizi uyutmayacağı
seninleyim rockland’da
seninleyim rockland’da
rüyalarımda üzerinde bir deniz yolculuğunun damlalarıyla yürüdüğün
amerika’da bir batı gecesinde gözyaşlarınla otoyol kavşağındaki kulübemin
kapısına vardığın
san francisco 1955–56

Allen Ginsberg

Dipnot:
kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal!
kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal!
dünya kutsaldır! ruh kutsal! ten kutsaldır! burun kutsal! dil, sik ve el ve
götdeliği kutsal!
her şey kutsaldır! herkes kutsal! her yer kutsaldır! her gün sonsuzluk! her
adam melek!
kaçık olduğu sürece dört büyük melek kutsal! sen ve ruhum delinin kutsallığı
kadar kutsal!
daktilo kutsal şiir kutsal ses kutsal dinleyenler kutsal esrime kutsal!
kutsal peter kutsal allen kutsal solomon kutsal lucien kutsal kerouac kutsal
huncke kutsal burroughs kutsal cassady kutsal gizli hayvan sikiciler ve ıstırap
içindeki dilenciler ve iğrenç insan melekler kutsal!
kutsal tımarhanedeki annem! kansas’taki atalarımın siki de kutsal!
inleyen saksafon kutsal! kutsal mahşerî bop! cazcılar ot hipsterler barış & junk
& sarma kutsal!
kutsal gökdelen ve kaldırımların ıssızlığı! milyonlarla dolan kafeteryalar kutsal!
sokakların aşağısındaki gizemli gözyaşı nehirleri kutsal!
doyumsuz yalnızlık kutsal! orta sınıfın büyük kuzusu, isyanın çılgın çobanı
kutsal! kim los angeles’ ı los angeles yapan!
kutsal new york kutsal san francisco kutsal peoria & seattle kutsal paris
kutsal tanca kutsal moskova kutsal istanbul!
kutsal zamanın sonsuzluğu kutsal sonsuzluğun zamanı kutsal boşluktaki saatler
kutsal dördüncü boyut kutsal beşinci enternasyonel kutsal melekteki molok!
kutsal deniz kutsal çöl kutsal demiryolu kutsal tren kutsal görüler kutsal
halüsinasyonlar kutsal mucizeler kutsal gözçukuru kutsal cehennem!
kutsal bağışlama! merhamet! iyilik! iman! kutsal! bizler! bedenler! kederli!
yüce!
kutsal ruhun doğaüstü çokça gözalıcı yetenekli şefkati.
Berkeley ‘55

Allen GINSBERG

Wednesday, February 16, 2011

Yazmak

Yüksek ateş yüzünden yattığı yerde ter dökerek can çekişen çocuğun ailesine çocuğu iyileştirmek için ona günde üç kez X ilacını vermeleri ve başka bir şey yapmadan beklemeleri söylenir. Tedavi basit, hastalık ağırdır. Çocuğun alnından dökülen ter beklemeyi güçleştirir, aile söylenen süreyi sadece bekleyerek geçirmeye dayanamaz ve ilacı söylenenden daha sık içirir. Hastalık diledikleri gibi beklenenden önce vücuttan def edilir ama bununla birlikte hiç arzulamayacakları başka bir şey daha gerçekleşmiş, çocuk ilaca bağımlı olmuştur ve yine can çekişmek istemiyorsa artık o ilacı yanından ayırmamak zorundadır. Yazmak da yüksek ateşle can çekişirken şifa bulmak için yapılır, ve dikkatlice yapılmazsa kendi bağımlısını yaratabilir, tek fark bu kez çocuğun ilaca kendi elleriyle uzanmasıdır.

Hiç denememiş olanlar için : Bir salıncağa kurulmuş hızla merkezin iki ucuna doğru sırayla yükselip yükselip alçalıyorsun. Bir uçta yaşam var, diğerinde ise yazı. Ayakların yere değmiyor. Artık bir noktadan sonra seni hangi uçta neyin beklediğini unutuyorsun. Seni yukarılara iten güç daha sonra yine seni aynı hızla geriye doğru çekiyor. Tenin yaşamdaysa, nefesin yazıda. Gözlerin yaşamdaysa, gördüklerin yazıda. Her şey rengini kaybedip iç içe geçiyor. Yaşar gibi yazıyorsun, yazar gibi yaşıyorsun. Sonra tepe taklak düşürüyor seni hızın, güç bela oturduğun o salıncaktan. Ne yaşayabilirsin artık, ne de yazabilirsin. Ta ki, gücünü toplayıp salıncağa tekrar tırmanabilesin.

Ve klişe ile tema arasındaki farkı da bilmek lazım. Hakimin idam kararı verdikten sonra kalemi kırması bir klişedir, kırılan kalemden çıkan sesin suçlunun içindeki ölüm korkusunu uyandırması ise tema.

İyi yazılar kırılınca ses değil, harf saçan kalemlerle ve sessizce yazılır.

Saturday, February 5, 2011

Küçük Şehir, Ne Küçüksün

"Bir başkası olmak istedim hep,
bir başkası.
Tanımadığım biri
bir yabancı.
Ben dar geldikçe kanatlı ruhuma."
Yıldırım Türker

"Korkma, her şeyi ben yapacağım" dedi, ben sırt üstü uzanmış üzerimde yükselen bedenini izlerken. "Ne yapacak ki, başka ne yapabilir, daha ne var ki?" diye düşünmeye fırsat bile bulamadan, bedeni bedenime daha da kenetlendi. Halbuki eteğini bile çıkartmamıştı. Ne olup bittiğini göremiyordum. Sadece tanımadığım bir sıcaklığın kasıklarımdan nefesime yükseldiğini hissediyordum. Bütün bunları nereden öğrendiğini düşünemeyecek kadar baygın, ama hoşuma gittiğini fark edecek kadar da kendimdeydim. Gitti ve geldi sonra, aylarca gitti ve geldi ve her gidişinde bir daha geri gelmeyeceğinden korkmayı da öğrendim. Bir de onun aksine başka bir bedenin varlığına karışmayı öğrenmek için ne kadar küçük olduğumu, henüz sadece on iki yaşında olduğumu unutmayı.
Yaşadığım sokakta evler beyaz duvarları ve kahverengi panjurları ile birbirine benzesin diye yapılmış gibi dururdu. Yaşadığım şehirde sadece tek bir iklim yaşanırdı. Yaşadığım ülkede insanlar benzer hayatlar yaşar ve başka hayatlardan korkardı. Ben büyürken beni bu konuda uyaran kimse çıkmadı. Sadece bir gün, bir önceki güne uyandığımı korkuyla fark ettim. Bir daha da eskisi gibi uyuyamadım. Uykusuzluğa alışmak için kendime gece arkadaşları edindim; Rimbaud okudum, Brel dinledim, içki içtim. Rüya göremiyordum, onun yerine hayal kurdum. Benim kurduğum hayallerin benzerlerine sahip olanlar varmış, birbirimizi bulduk. Onları sevdim. Sonra başka yollara yürüdük, -her sevgi hayal kırıklıklarının altından sağ çıkacak kadar güçlü değil.
Bir şeyler öğrenmeyi denedim, neden bilmeden. Öğrendiklerimi hayallerim ile ulamaya çalıştım. Okuduğum her kitapta sevdiğim her karakterin birazdan kapıyı çalacağına inandım ve bekledim; gelen olmadı. Yine de okumaya devam ettim, yine neden bilmeden. Tüm bu çabaları bir araya getirecek, düşünceyle, hayal kurmanın ve sabretmenin gücüyle, başka hayalperestlere omuz vererek başka iklimler yaşamayı mümkün kılacak bir şeyler yapmak mümkün mü diye öldüresiye merak ettiğim için siyasetle ilgilendim. Mümkün değilmiş. Yenildim. Her şey gibi, yenilmekte de aceleci davrandım, ağır ağır devrilen bir ağaç gibi, ağır ağır yenilmeyi bekleyemedim. Hızla koptum köklerimden.
Çevremdeki insanların sandığı kadar yalnız olmadım hiç bir zaman. Herkesin sessizce uyuduğu gecelerde ben uzun uzun sevgili arkadaşım Jean- Jacques Rousseau ile sohbet ettim, itiraflarını dinledim. Kendi acılarıma üzülecek, kendime acıyacak vaktim yoktu, çünkü dostum Raskolnikov'un kederine ortak olmakla meşguldüm. Sessizlik çok korkutucu olduğunda tanıdığım pek çok güzel kadın Rita Hayworth, Jane Birkin ve Marianne Faithfull gelip en güzel şarkılarını söyledi bana. Tanıdığım pek çok diğer kadın da onları kıskandı.
Bir kaç yalan söyledim, kendimi ve akıl sağlığımı korumak için. Önemsemiyor gibi, sanki orada değilmiş gibi yapmayı öğrendim. Acımıyor gibi yaptım, öldü sanıp bıraksınlar diye. Bıraktılar.
Sonunda bir gün, kaçmayı akıl ettim ve kaçtım. Artık pencereden bakınca Thames nehrini, sokakta da tanımadığım yüzleri görüyorum. Ve hala, bir zamanlar, o eteği kaldırmayı akıl edemediğim için kendime çok kızıyorum. Kendime, çok, kızıyorum.

Thursday, February 3, 2011

Gölgenin Başladığı Yer

Bugün yazarı Dostoyevski olmasına rağmen öyle pek çok kişi tarafından bilinmeyen, bilenlerin de çok sevmediği (öyle ki kitabı Türkçe baskısına önsöz yazan Orhan Pamuk bile kitabı, onu başarılı bulmadığını yazarak takdim etmiş) ilk romanı İnsancıklar'ı neden sevdiğimi düşündüm (daha hayati konular yerine bu gibi şeyleri düşünmeye meylim var). Kesin bir cevap bulabilmiş değilim. Belki de bir sanat eseri kendini sevdirmek için illa ki de bir nedene sahip olmak zorunda değildir. Ma mère l'oye klasik batı müziğinin geleneksel temalarından farklı bir konu işleyerek yeni bir yaratım alanı açtığı için değil, sadece notalar birbirini ardı ardına düşen yağmur damlaları gibi takip ettiği için de güzel olabilir. Yine de düşündükçe İnsancıklar'a sevgimi pekiştiren bazı ip uçları da bulmadım değil; hikaye bir çok mekanda geçiyor. Bunlardan biri de Varvara Aleksevayna'nın belleği. İnsanların arasında, şehrin göbeğinde geçen hikaye son bölüme gelince usulca Aleksevayna'nın hafızalarına, onun çocukluğunun soğuk gecelerine sızıyor ve bu da okuru kendi belleğine yöneltiyor; "ben kendi çocukluğumun soğuk gecelerinde neyi düşledim?" Öyle eski bir soru ki bu, İnsancıklar'a her yeniden göz atışımda geçmişten çıkıp gelen bir dostla karşılaşmış, eski güzel bir sırrı hatırlamış gibi gülümsüyorum.

Mutfak lambası bir haftadır bozuk. Bir haftadır her gece sessiz evin ışıksız mutfağında, sokağa bakan pencereden gelen cılız ışıkla yetinerek çay yapıyorum. Bugün yine fokurdayan suyun ısınmasını beklerken, o cılız ışığın içinde duran iki kahve fincanı gözüme çarptı. Yıkanmamış bulaşıkların, yarısı boş bir şişenin az ötesinde yan yana duruyorlardı. Kırmızı, parlak tutacaklarına, dolunayı hatırlatan yuvarlak ağızlarına, ince, kırılgan gövdelerine baktım. Onlara birer isim vermeyi düşündüm, sonra da onları kırıp ortadan kaldırmayı. Onları bir dolabın en üst, en ulaşılmaz rafına kaldırıp gözden uzak tutmayı düşündüm. Artık nereye gidersem gideyim onları da yanımda taşıyıp sadece onlardan bir şeyler içmeyi düşündüm. Onları başka amaçlarla, mesela vazo veya kalemlik olarak kullanmayı düşündüm. Ve sonra raftan başka bir bardak alıp çayımı doldurduktan sonra hiç bir şey yapmadan mutfaktan çıktım.

Fleet Foxes Mayıs'ta Londra'ya geliyor. Nedense çok üstüme aldım, aslında bana geldiklerini
düşünüyorum. Uzun süredir bir kadeh içkiden, biraz ıslık çaldıktan, söylenmesi gereken bir şeyi söyledikten sonra gelen her gevşeme anında onları dinlediğimi bir yerden duymuş olmalılar. Belki de farklı başlamış bir tarih bizi zamanın daha eski noktalarında buluşturacaktı. Şehirler daha farklı kurulmuş olsaydı, bir yolun çatallandığı yerde karşılaşıp nereye doğru ilerleyeceğimizi konuşacaktık. Olsun, bu kadar geç kalmaları böylesine hızlı bir dünya için az bile sayılır. Güneşi dünya'nın etrafında döndürmeye çabalamak hiç kolay değil, farkındayım.

Gözlerini devirip dudak kıvırdı, çünkü verecek bir cevabı olmasa da fikirlerimi, dolayısıyla da beni küçümsediğini bilmemi istiyordu. İstediği son şeyi yaptım ve aslında kendine olan güvensizliğini örtmeye çalıştığını itiraf edebilmesi için jestini görmezden gelerek sakince konuşmaya devam ettim. Kendini korumak için daha da çirkinleşti ve o kulak tırmalayan, içinde neşe olmayan kahkahasını odaya boşalttı. Hem zaten o ne kadar samimi, içten bir insandı ki jazz yerine Tarkan dinliyor, yayınevleri yerine magazin haberlerini takip ediyordu. Hem samimi hem de önemliydi, çünkü önemli biri olmasa ben o beni "farklı" sansın diye olduğumdan farklı görünmeye çalışır böyle gereksiz "entellikler" ile uğraşır mıydım? Zaten savunabildiğim kimi fikirlere sahip olmam, yanlış anlaşıldığımı düşününce düzeltmeye çalışmam ve uzun çabalar sonucu kimi konularla haşır neşir olmak için gereken minumum özgüveni az çok tedarik edebilmem kendimi beğenmiş biri olduğumun göstergesiydi, şimdi bir de onun söylediklerine katılmadan önce dediklerini aklımın terazisinde tartmam ukalalıktan başka ne anlama gelebilirdi ki? Susup o "mütevazi" ağzından çıkan her şeyi dinlemeli ve ne derse hemfikir olmalıydım ki ona tepeden bakıyor olmayayım. Arada bir konuşmasını süslediği kimi şeyleri bilmediğimi ya da yanlış bildiğimi söylediğimde gözleri şaşkınlıkla açılıyordu. Madem ki "her şeyi, heerr şeyi" bilmiyordum o zaman neden hiç bir şeyi bilmeyen insanlar gibi anlamaya çalışmaktan da vazgeçmiyordum?
Zavallı, karşımda oturmuş benimle iletiştiğini sanıp beni kendi sıkıntılarına ortak edememenin sancısını çekerken, derin bir nefes aldım ve yanımda oturan sevgilimin elini tuttum. Sustum. Güneşin nesnelere ve insanlara dokunduğu yeri, dokunup da başka bir şeye dönüştüğü, gölgenin başladığı yeri bulmayı denedim. Çünkü bilirim ki ancak sevgiye sığınmak insanı hırpalanmış ruhların saldırılarından korur ve onu bu küçük savaşların boğucu sancılarından çıkarıp daha ferah bir yere götürür.

...

Yan dairedeki bebek çok fazla ağlıyor, üst kattakiler çok fazla sevişiyor ve ben sessizlik taraftarıyım.

Monday, January 31, 2011

Michel Houellebecq

Bir de albümü vardır parlofonik vokalleri ve tabi ki lirikleri ile şekillendirdiği. şarkıları (mesela; Playa Bianca, Crépuscule) fazlasıyla Serge Gainsbourg'un son döneminden etkilenmişken, sahne şovu Les Idees de Nietzsche Sur la Musique (Nietzsche'nin müzik üzerine düşünceleri) adlı kitapta buyrulduğu gibi vahşi, insanın güdülerini harekete geçiren dinleyiciyi medeniyetten uzaklaştırarak ona ilk-insan hallerini giydiren arkaik bir şovdur (bkz: Mayıs 2000, Paris konseri) (Evet klişeler diyarında boğulmamış ham bir The Doors performansını da andırabilir bu haliyle).

Houellebecq'in ürettiklerinde heyecan verici olan bunların halihazırda kendini kapitalizmden bir şekilde soyutlamış, soyutladığı yerde de kapitalizmi yıktığı yanılgısında olan birisi tarafından değil, sabah 9 akşam 5 mesaisinin yavanlığını sindire sindire çalışmış, kulağına 12 tane piercing saçına yeşil bir boya sürerek kendini ayrıştıramamış, neredeyse cinsel arzuları sayesinde hayatta kalan birisi tarafından yazılmış olması. Sahnede cılız, çirkin, bir gün intihar edeceği aşikar, sıradan görünümlü bir adam var ve o adamın hayal gücü, mutsuzluğu ve cinsel arzuları birden bambaşka bir anlam dünyası yaratmasını zorunlu kılıyor. O bu dünyayı ifade ettikçe modern dünya'nın kanıksanmış saçmalıkları işlevini kaybediyor. İnsan ruhunun son çığlıkları?

Ve bir de şu var ki, söylediklerinin pek çoğuna zerre kadar inanmadığı açık Houellebecq'in. zaten kendisini fikir beyan ettiği bir çok konuda da (İbrahimi dinler, seks turizmi, vs.) bir kanaat önderi olarak ortaya koymuyor. onun derdi belki de ortaya sunarken ciddi olduğu tek görüş olan depresyonizmin zeminini tahlil ederken çalışacak psikanalistlere iyice malzeme vermek ve onu terk edip giden annesini elinden geldiği kadar üzebilmek (belki de onu aslında sevdiğini itiraf edebilmek). Dolayısıyla benim gibi, ortaya sunduğu kimi görüşlerin ciddiyetle ifade edildiğini görse ifade sahibini bir kaşık suda boğabilecek birine bile rahatlıkla okutabiliyor kendisini. Söyledikleri ile düşündükleri arasında değil, düşündükleri ile yaptıkları arasında koşutluk bulunan birinin uyumu var Houllebecq'de.

Batı kültürü, modernizmin güzel ütopyaları belki de gerçekten ölüyor artık. O koca mersin ağaçlarının gövdesi bugün artık kurtlu, çürümüş, ve devrilmek üzere. Houellebecq ölmekte olan bu ağacın yapraklarındaki acıyı dindiren hışırtı, ölen gövdenin gölgesinde büyüyen yabani bir çiçek.

Belki de ölmeden önce son bir kuğu şarkısı yazıp öyle ölecek.

Friday, January 28, 2011

Underground: The Tokyo Gas Attack and The Japanese Psyche

Öncelikle (bkz: Japon yapıyo abi)

Tam adıyla: "Underground: The Tokyo Gas Attack and The Japanese Psyche". Harika yazar Haruki Murakami'nin kurgusal olmayan ve henüz Türkçeye çevrilmemiş kitabı.

Adından da anlaşılabileceği gibi 1995 yılında Aum Şinrikyo isimli ürpertici (bundan başka hiç bir sıfatı yakıştıramadım) tarikatın Tokyo Metrosu'na yaptığı sarin gazı saldırısını ve sonrasını konu alıyor. Fakat Murakami saldırıya ilişkin bir hikaye ya da denemeler yazmak yerine saldırıdan etkilenenler ile röportajlar yapmayı tercih etmiş. Belki de bunda, böyle bir işe girişmeye saldırıya uğrayanlardan birinin eşine ait bir mektubu okuduktan sonra karar vermesi etkili olmuş olabilir. İçselleştirilemeyen ve dışarıdan izlenen bir şey olarak toplu bir ölüm, katliam.

Ne var ki saldırıdan direkt olarak etkilenenlerin sayısı binlerle ifade edilir, ölüm tehlikesi atlatanlar da onbinleri bulurken, hayatını kaybetmiş pek çok insan ve aileleri varken röportaj yapmayı kabul eden sadece 62 kişi olmuş. Onlar da metinlere ciddi ölçüde müdahele etmek istemiş. Yine de kitabın zeminini oluşturması beklenen kaynağın böyle daralmış olması bir sorun yaratmıyor. Ortada mimarisine incelikle çalışılmış bir metin, ve o metinde hayal gücünü
motive eden boşluklar var.

Kitabın kendisi kadar zevkle okunan önsözünde Murakami'nin, o malum seçimi, insanlığı ve yazarlığı arasında yapmak zorunda olduğu seçimi zorlukla kabullendiği, ve insani yükümlülüklerini edebi yükümlülüklerinden yüksekte gördüğünü ima ettiği cümleler de var, ki, şaşırtıcı. İkileme bile düşmeden yazar gibi hareket etmesini beklerdim (neticede mevzubahis olan Nejimaki Dori Kuronikuru'nun yazarı).

Kitabı İngilizceye çeviren Alfred Binbaum ve Philip Gabriel, Haruki Murakami'nin alamet-i farikası olan duru dilini çok iyi bir şekilde muhafaza etmiş. Henüz Türkçede böyle bir işe girişen olmadığından, bir an önce kolları sıvamak türkçeye çevirmek, bir okurun bir kitapla kurabileceği en yakın ilişkiyi kurmak için sabırsızlandığımı söyleyeyim de çevirmeyi düşünen başka birisi varsa vazgeçsin!

Tuesday, January 25, 2011

Kitchen Sink Drama (a.k.a kitchen sink realism)

Sadece 50-60 arası ürünler vermiş bir genre değil, aynı zamanda günümüz (an itibariyle 2010 sonu gibi) İngiliz tiyatrosu ve edebiyatının siyah ve eşcinsel yazımı ile birlikte en revaçta olan üç dalından biridir. bu popülariteyi bit pazarına nur yağması olarak mı değerlendirmek lazım, yoksa Conservative Party'nin yükselişine karşı bir refleks olarak mı, emin değilim.

Anthonty Giddens'ın yumurtası olan yeni sol, Tony Blair'in İşçi Partisi aracılığıyla kitleselleşip iktidar olduğundan beridir Birleşik Kralık'ta bazı dengeler yeniden kuruluyor. Siyah ve eşcinsel haklarını savunduğunu söyleyen bir Muhafazakar Parti, iş adamlarını iki yüzlü ve hırsız olmakla suçlayan bir Liberal Demokrat Parti ve Irak savaşına elini kolunu sallaya sallaya girebilen bir İşçi Partisi bu sürecin ürünü. Haliyle partiler hem fikirsel, hem de yapısal olarak bu denli hızlı bir şekilde zemin değiştirirken söylem alanları da buna bağlı olarak dönüşüyor, söylemlerindeki kimi noktalara vurguyu artırırken, bugüne dek siyasi kimliklerinin bel kemiğini oluşturan bazı fikirleri de tarihe itiyorlar.

Kitchen sink (ya da kitchen sink drama) siyasetin eski gündeminde kaldığı düşünülen kimi temel problematikleri işlemekte ısrar edişiyle, sadece muhafazakarlara değil tümüyle bu yeni alana da bir güvensizliği ifade ediyor gibi. Sosyal devlet makyajı yapılmış Muhafazakar Parti'ye ve, "yeni sol" deneyimini geride bırakıp nasıl "yeniden sol" olacağına dair somut bir göstergede bulunamayan İşçi Partisine eşit mesafede. Sıkıştığı merkezde birbiriyle haddinden fazla etkileşimli dolayısıyla da haddinden fazla benzeşen siyasi yapılanmaların dışında kalan bağımsız bir ses.

Bu dönem merkez siyasete güvenini kaybeden Birleşik Krallık halkının yeni siyasi geleneklerini oluşturması yönünde bir potansiyel de içeriyor mu, yoksa sadece bu yeni dönemin formasyonu kurulurken bunun "insansız" yapılamayacağına vurgu yapan bir unsur mu diye karar vermek için henüz erken. Ama kesin olan bir şey var ki toplumsal bellek denen mefhumun sahip olduğu önemi göstermesi açısından modern demokrasiler için unutulmuz bir deneyim.

Darısı cunta kabinesi bakanı Turgut Özal'a demokrasi şehidi diye ağlayanların, "anti-emperyalist" ordunun Nato üyesi olduğunu unutanların da başına.

Not: Bu yazıyı ilk olarak Ekim 2010'da ekşi sözlüğe yazdım. Çok önemli bir ayrıntı değil (citation index'e oynamıyorum neticede), ama aranızda takip eden varsa "e ben okudum zaten bunu" demesin diye belirtiyorum. Elimin altında durması için sözlüğe yazdıklarımdan buraya aktaracağım başka yazılar da var.

Thursday, January 13, 2011

Gerçeğe Yalnız Yürünür

Ufak bir ateş yakıp o ateşte şekil verdiğim camda kendime bir kum saati yaptım. Uzaktaki sahile kum çalmaya gidemeyecek kadar yorgundum. Kara toprağı ise inatçıdır, kolay kolay ufalanmaz. Kum yerine bir kaç eski fotoğraf yakıp külünü saatin içine ufaladım. O kadar çok ufaladım ki önce fotoğraftaki yüzler, sonra da renkler tuz buz oldu. Geçen zaman gri bir toz bulutu kadar uçucu hale gelince saatin kapağını kapattım. Alaşağı ettim ve ölçtüm; akan zamandan geriye kalanların ters-yüz oluşu aşağı yukarı bir hayat kadar sürdü, -işimi görmeye yeter. Bir heybede taşımak, ya da çıkarıp masanın üstüne koymak da olmazdı. Kimse göremesin diye onu ifade edilmeyen sözlerin ve ancak duyabilecek biri yokken fısıldanan düşüncelerin arasına sakladım ve insanların arasına karıştım.
Sessizlikle gerçekten tanışan insan, kalabalıkların gürültüsüne tahammül etme yetisini yitirir. Gereksiz sözcüklerin çevrelediği o uçucu boşluğun tadını almıştır çünkü. Kulakları çirkin ağızlardan çıkan kaba sözcüklerin altında can çekişen sessizliğin çığlığını duyacak kadar keskinleşmiştir. O çığlık kimi zaman kalabalık bir şehir meydanında anlamsız hayatlarla çevrili olduğunu hissettiğinde bulur insanı, kimi zaman hayatının ve düşüncelerinin önemli olduğunu zanneden bir zavallıyı dinlerken, kimi zaman da bitmekte olan bir aşkın son çağrısını işitmeye çalışırken. Yeteri kadar güçlü olan insan sessizliği çevreleyen o sesleri ayıkladıktan sonra huzuru bulur ve hayatına devam eder. Sadece yüzünde bir ifadeye rastlamak mümkün değildir, çünkü insanlarla birlikte onu çağıran dünyayı da işitmez hale gelmiştir artık. Düştüğü boşlukta, bakışları kimseye yönelmeden, gözleri hiç bir şey anlatmadan süzülür gider.
Kum saatini bu gücü istemediğim için, kalbimi ve kulaklarımı acı çekme pahasına beni çevreleyen seslere kapatmamayı denemek için yaptım. Bir doktor ya da bir dolandırıcı olma olasılığı yüzde elli olan bir ayyaşın sattığı bir ağrı kesiciyi içer gibi ona umut bağladım. Ya öleceğim dedim kendime, bu son deneme kalan son takatimi de tüketip beni öldürecek, ya da iyileşemezsem bile ağrılarım dinecek. Ta ki, başka merhem bulana kadar. Saati aldım ve onlara ne kadar dayanabileceğimi ölçmek için insanların arasına karıştım. Yanımda taşıdığım yükü fark etmiş gibi görünmüyorlardı. Birkaçı uykusuz göründüğümü söyledi, diğerleri de yorgun. Gülümsedim ve aralarına oturdum. Onlar görmeden, anlatmaya değer bulduklarının sarhoşluğuyla başları dönerken kum saatini ters yüz ettim ve beklemeye başladım.
Sesleri ufukta beliren devasa bir çekirge sürüsü gibi ilerliyordu. Kullandıkları sözcükler yavaş yavaş tırmanıyordu üzerimizde. Yeni sözler gelmeden önce gölgeleri geliyordu. Saati dolduran kül hızla akıyordu.
Kemiklerimin ağrıdığını hissettim. Ayaklarım beni hızlıca koşup başka bir ülkeye gitmem için çağırmaya başladı. Kadınların mutfak seti ile değil sevişerek mutlu olduğu, yeni bir koltuk takımı değil yeni bir ada düşlenen, sıcağın bu kadar da bunaltıcı olmadığı bir ülkeye.

"Erdemin ardından git" dedi nesneler.

"Gidemem" dedim "ayıp olur".

"Git erdemin ardından!"

"Gidemem, gidersem onları sevmiyorum sanırlar."

"Sansınlar, git sen yine de!" dedi kolumu yasladığım masa, elimdeki kahve fincanı.

"Kötü değil onlar, sadece ölçütlerimiz farklı, ben hayatın değerini geçen zamanda arıyorum, onlar başkalarının beğenisinde." dedim.

"Peki o başkaları nerede arıyor" diye sordu sigaranın dumanı, "ya da aramayıp onlara işaret edilen yerde olduğunu mu varsayıyorlar, hiç aramadıkları için hep oldukları yerde mi kalıyorlar, dünyaları oldukları yer kadar mı kalıyor böylece, oraya sığmayı mı öğreniyorlar, oraya sığamayanlardan nefret mi ediyorlar? Peki sen kendini o tabut kadar boşluğa sığdırabilsen bile o aşık olduğun sessizliği de sığdırabilecek misin?"

"Kibir bu!"

"Öyle, ama senin kibirli olduğun gerçeği, onların kendi ayaklarına vurduğu prangaları kırmıyor. Zaten, gerçeğe yalnız yürünür."

Saati yana yatırdım. Zaman iki yana da akıyordu. Orada, onların arasında kalsam ne geçmişim akabileceği bir geleceğe ne de geleceğim onu besleyecek bir geçmiş sahip olacaktı. Biraz daha denemek istedim, kadınların ağızlarından çıkanlar yerine, kalp atışlarını duymayı denedim. Olmadı. Tüm sessizlikler, birbirinin aynısı hayatlarla gölgeleniyordu.
İçine doğru yürümeye karar verdiğim sessiz gecelerde suçluluk duygumu işitmeyip kibrimi hatırlamamak için kendime, unutmak istedikleri ya da hiç bilmemeyi seçtikleri şeyleri hatırlatıp nefret edecekleri yeni bir şeyler vermemek için onlara son bir iyilik yaptım ve gittim. Giderken de sadece sustum, hiç bir şey itiraf etmedim.