Thursday, February 3, 2011

Gölgenin Başladığı Yer

Bugün yazarı Dostoyevski olmasına rağmen öyle pek çok kişi tarafından bilinmeyen, bilenlerin de çok sevmediği (öyle ki kitabı Türkçe baskısına önsöz yazan Orhan Pamuk bile kitabı, onu başarılı bulmadığını yazarak takdim etmiş) ilk romanı İnsancıklar'ı neden sevdiğimi düşündüm (daha hayati konular yerine bu gibi şeyleri düşünmeye meylim var). Kesin bir cevap bulabilmiş değilim. Belki de bir sanat eseri kendini sevdirmek için illa ki de bir nedene sahip olmak zorunda değildir. Ma mère l'oye klasik batı müziğinin geleneksel temalarından farklı bir konu işleyerek yeni bir yaratım alanı açtığı için değil, sadece notalar birbirini ardı ardına düşen yağmur damlaları gibi takip ettiği için de güzel olabilir. Yine de düşündükçe İnsancıklar'a sevgimi pekiştiren bazı ip uçları da bulmadım değil; hikaye bir çok mekanda geçiyor. Bunlardan biri de Varvara Aleksevayna'nın belleği. İnsanların arasında, şehrin göbeğinde geçen hikaye son bölüme gelince usulca Aleksevayna'nın hafızalarına, onun çocukluğunun soğuk gecelerine sızıyor ve bu da okuru kendi belleğine yöneltiyor; "ben kendi çocukluğumun soğuk gecelerinde neyi düşledim?" Öyle eski bir soru ki bu, İnsancıklar'a her yeniden göz atışımda geçmişten çıkıp gelen bir dostla karşılaşmış, eski güzel bir sırrı hatırlamış gibi gülümsüyorum.

Mutfak lambası bir haftadır bozuk. Bir haftadır her gece sessiz evin ışıksız mutfağında, sokağa bakan pencereden gelen cılız ışıkla yetinerek çay yapıyorum. Bugün yine fokurdayan suyun ısınmasını beklerken, o cılız ışığın içinde duran iki kahve fincanı gözüme çarptı. Yıkanmamış bulaşıkların, yarısı boş bir şişenin az ötesinde yan yana duruyorlardı. Kırmızı, parlak tutacaklarına, dolunayı hatırlatan yuvarlak ağızlarına, ince, kırılgan gövdelerine baktım. Onlara birer isim vermeyi düşündüm, sonra da onları kırıp ortadan kaldırmayı. Onları bir dolabın en üst, en ulaşılmaz rafına kaldırıp gözden uzak tutmayı düşündüm. Artık nereye gidersem gideyim onları da yanımda taşıyıp sadece onlardan bir şeyler içmeyi düşündüm. Onları başka amaçlarla, mesela vazo veya kalemlik olarak kullanmayı düşündüm. Ve sonra raftan başka bir bardak alıp çayımı doldurduktan sonra hiç bir şey yapmadan mutfaktan çıktım.

Fleet Foxes Mayıs'ta Londra'ya geliyor. Nedense çok üstüme aldım, aslında bana geldiklerini
düşünüyorum. Uzun süredir bir kadeh içkiden, biraz ıslık çaldıktan, söylenmesi gereken bir şeyi söyledikten sonra gelen her gevşeme anında onları dinlediğimi bir yerden duymuş olmalılar. Belki de farklı başlamış bir tarih bizi zamanın daha eski noktalarında buluşturacaktı. Şehirler daha farklı kurulmuş olsaydı, bir yolun çatallandığı yerde karşılaşıp nereye doğru ilerleyeceğimizi konuşacaktık. Olsun, bu kadar geç kalmaları böylesine hızlı bir dünya için az bile sayılır. Güneşi dünya'nın etrafında döndürmeye çabalamak hiç kolay değil, farkındayım.

Gözlerini devirip dudak kıvırdı, çünkü verecek bir cevabı olmasa da fikirlerimi, dolayısıyla da beni küçümsediğini bilmemi istiyordu. İstediği son şeyi yaptım ve aslında kendine olan güvensizliğini örtmeye çalıştığını itiraf edebilmesi için jestini görmezden gelerek sakince konuşmaya devam ettim. Kendini korumak için daha da çirkinleşti ve o kulak tırmalayan, içinde neşe olmayan kahkahasını odaya boşalttı. Hem zaten o ne kadar samimi, içten bir insandı ki jazz yerine Tarkan dinliyor, yayınevleri yerine magazin haberlerini takip ediyordu. Hem samimi hem de önemliydi, çünkü önemli biri olmasa ben o beni "farklı" sansın diye olduğumdan farklı görünmeye çalışır böyle gereksiz "entellikler" ile uğraşır mıydım? Zaten savunabildiğim kimi fikirlere sahip olmam, yanlış anlaşıldığımı düşününce düzeltmeye çalışmam ve uzun çabalar sonucu kimi konularla haşır neşir olmak için gereken minumum özgüveni az çok tedarik edebilmem kendimi beğenmiş biri olduğumun göstergesiydi, şimdi bir de onun söylediklerine katılmadan önce dediklerini aklımın terazisinde tartmam ukalalıktan başka ne anlama gelebilirdi ki? Susup o "mütevazi" ağzından çıkan her şeyi dinlemeli ve ne derse hemfikir olmalıydım ki ona tepeden bakıyor olmayayım. Arada bir konuşmasını süslediği kimi şeyleri bilmediğimi ya da yanlış bildiğimi söylediğimde gözleri şaşkınlıkla açılıyordu. Madem ki "her şeyi, heerr şeyi" bilmiyordum o zaman neden hiç bir şeyi bilmeyen insanlar gibi anlamaya çalışmaktan da vazgeçmiyordum?
Zavallı, karşımda oturmuş benimle iletiştiğini sanıp beni kendi sıkıntılarına ortak edememenin sancısını çekerken, derin bir nefes aldım ve yanımda oturan sevgilimin elini tuttum. Sustum. Güneşin nesnelere ve insanlara dokunduğu yeri, dokunup da başka bir şeye dönüştüğü, gölgenin başladığı yeri bulmayı denedim. Çünkü bilirim ki ancak sevgiye sığınmak insanı hırpalanmış ruhların saldırılarından korur ve onu bu küçük savaşların boğucu sancılarından çıkarıp daha ferah bir yere götürür.

...

Yan dairedeki bebek çok fazla ağlıyor, üst kattakiler çok fazla sevişiyor ve ben sessizlik taraftarıyım.

No comments:

Post a Comment