Thursday, February 18, 2010

Flight 8816 - Larnaca to London


Bir çukurun ağzı gibi odamın ortasında açık ve kımıltısız duran valizime baktım. Şiir kitaplarının altına Proust'u, onun altına da gönderilmemiş bir kaç mektubu yerleştirip başka bir ülkede giyilmeyi bekleyen gömleklerimle üstünü kapattım. Pasaportlar ve resmi belgeler, bir miktar para ve bir kaç fotoğraf valizin son boşluklarını doldurunca çukur kapandı. Odamdan çıkıp salona, annemin ve babamın yanına inerken defalarca kez tekrarladığım bu yolculuğun bu kez beni başka bir yere götüreceğini biliyor ve susuyordum.
Masada her zamanki sessizliği ile oturan babam, mutfakta sanki hazırladığı kahveyi değil de kendi belleğini yoklar gibi düşünceli görünen annem ve etrafımızda vücudumuzun bir uzantısıymışcasına doğallıkla uzanan eşyalar, bana sadece bir evi, bir şehri ya da bir ülkeyi değil, bu küçük hayatların içindeki o güzel ve güçlü uyumu da terk edeceğimi hatırlattı. Söylemek istediklerim olmasına rağmen susmaya devam ettim ve babamın kolunun yazmakta olduğu defterle kaynaşmış bir bütün olmuş halini, annemin yüzündeki çizgilerden taşan sevgiyi ve anlamı izledim. Huzur ve keder sessizce bu küçük çizgilerin içinde nefes alıyor, bana kendimi bütünüyle dışında sandığım bu resmin ne kadar içinde olduğumu hatırlatıyordu.
"Hazır mısın" diye sordu annem. Hazır olduğuma asla ikna olmayacak olsa da. "Hazırım" dedim. Havaalanına gitmek için bir saatten az bir süre kaldığının farkında olduğumu, yine rahat davranıp uçağımı kaçırmayacağımı, zaten bir an önce İngiltere'ye gitmek zorunda olduğumu bildiğimi ondan önce davranıp söyledim. Gülümsedi ve bana söz verdiği gibi kötü duygulardan korunmam için yıllardan sonra yine zeytin dalları yakmak üzere bahçeye çıktı. Ne o, ne ben, ne de sessizliğini bozmaya yanaşmayan babam, birbirimize bu küçük ve zayıf zeytin dallarının bizi hiç bir şeyden korumayacağını bildiğimizi itiraf edemedik. Gelecek uzun, soğuk, uykusuz geceleri karşılamak zorunda olduğumu aklımdan geçirerek masaya, babamın karşısına oturdum. Bunu gören babam, sessizliğini korumak ister gibi yavaşca başını yazdıklarından kaldırdı ve bir şeyler içmek isteyip istemediğimi sordu. Sesinde bir içeçecekten çok bir sohbete davet ettiğini ima eden bir tını vardı. Çay istediğimi söyledim ve sonra karşıma yeniden oturana kadar onun sessizliğine ortak oldum.
Babamın geçen dakikaları geride bırakmakta zorlandığını hissediyor ama bir şey yapamıyordum. Güçlükle de olsa bir şeyler söyleyince sanki bir kuralı ihlal etmiş gibi utandım. Bana tatilde eve gelip gelmeyeceğimi, gelmeyeceksem ne yapmayı düşündüğümü sordu. Bilmiyorum dedim. Bilmiyordum. Gözlerini yeniden fincanına indirdi. “Gelmemelisin” dedi. “Bu ülke artık bize göre değil, biliyorsun”. Biliyordum. “Bu evler, bu hayatlar, bu sokaklar artık bize dar geliyor”. Bunu da biliyordum. “Kendine orada bir hayat kurmalısın, bir ayağın yine burada olsun. Bize kendini özletme. Ama burada çürümeyi de kabullenme.” Sustum. Karlar altındaki Greenwich’i, sise gömülü Thamesmead’i düşündüm. Kırmızı otobüsler, siyah şemsiyeler, yük gemileri ve kalabalık sokaklar çayımın içine doldu. Yine aynı kitapları yanıma alıp almadığımı sordu. Cevabı biliyordu. “Sana zaman zaman kızdığıma bakma, aslında bu alışkanlığını takdir ediyorum. İnsanın hayatında vaz geçemediği şeyler de olmalı”.
Biz konuşurken annem elindeki zeytin kokusu ve yüzündeki saklayamadığı umutla içeri girdi. Doğru yapıp yapmadığımızdan emin olmadan gülerek ve şakalaşarak zeytin dumanının odaya ve ciğerlerimize dolmasına izin verdik. İnce dalların arasında odaya yayılan duman saçlarımızı ve nefesimizi okşayarak üzerimize sindi. Bir an tüm bunları durduracak, her şeyi değiştirecek bir şey yapmak istedim. Valizimdeki mektupları göndermek, yeni kitaplar almak, babama sarılmak, onu öpmek, öpmek istedim. Güzel ve güçlü şarkılar söylemek, bir daha sessiz kalmalarına izin vermemek istedim. Annemin yüzündeki çizgilere saklanmak ve kimsenin beni bulmasına izin vermemek istedim. Bir zeytin dalı gibi köklerimden başlayarak yanmak istedim. Yandıkça güzelleşmek, güzelleştikçe yanmak istedim.
Dışarıdan beni havaalanına götürecek arabanın sesi duyuldu. Valizimi ve arzularımı yüklenip kapıya çıktım. Babam, inince aramayı unutmamamı, annem uykularıma dikkat etmemi söyledi. Arabanın sesi de bir şeyler söylüyordu ama anlamaya çalışmadım.
Sessiz ve ifadesiz, arabaya bindim. Git gide küçülen, gözüme birer çocuk gibi görünmeye başlayan anneme ve babama el salladım. Araba beyaz evlerin, dar mahallelerin arasından süzülüp geniş ve sarı ovaların ortasına çıktı. Az uzakta yarısı çürümüş bir dağ ve üzerindeki bayrak görünüyordu. İçeri kurumuş ot kokusunun girmesine izin verecek kadar araladıktan sonra başımı cama yasladım. Kokuyu ve sarı boşlukları ikiye yararak ilerliyor ve bir başka hayata, bir başka kişi olmaya doğru gidiyordum. Yol kenarındaki reklam levhalarına, siyasi afişlere, yanından geçtiğimiz evlere ve o evlerin camlarından görünen insanlara baktım, ağladım.

No comments:

Post a Comment