Sunday, February 28, 2010

Fare


Önce ellerim küçülse, sonra tüm bedenim, tüm deliklerden geçecek, tüm kuytularda saklanabilecek kadar kalsam, en siyah gecede ışıldayacak kadar keskin olsa gözlerim, en gizli yerlerinden başlayarak kemirirdim hayatlarınızı.

Wednesday, February 24, 2010

Portrait Of Tracy

Kısa bir şarkı, bir kaç sigara, eski bir ceket.
Vazgeç.
Zaten, erdemlerin en güzeli de bu değil mi?

Sunday, February 21, 2010

Salata



Bazen evde yalnızken, ya da uzun bir yürüyüşün ortasındayken ya aklımdan geçmekte olan bir düşüncenin tetiklemesi ya da gözüme takılan bir nesnenin anımsattıklarıyla her şey farklı bir anlam kazanmaya başlıyor. Çevremdeki objeler birer birer anlam değiştirip birbiri ile uyumlu hale geliyor ve hayatımın her noktası birbirine ulanıyor. Gördüklerimden, işittiklerimden ve duyduklarımdan yavaşca bir huzur yükselip tüm hayatıma dağılıyor. Kendimi huzurlu, dingin ve güçlü hissediyorum. Geleceğin başladığını, bunun o an olduğunu hissediyorum. Sonra telefonum çalıyor, bir tanıdığa rastlıyorum, onlar bana bilmeden o andan önceki anlamlarını anımsatıyorlar ve her şey çabucak eski haline dönüyor.

**

Bu aralar uzun uzun nasıl bir dil istediğimi düşünüyorum. Yaşar Kemal kendi dilini "açık mavi bir gökyüzünü dalgalı bir deniz gibi anlatmak olur mu?" diyerek çok güzel tarif etmişti. Ama benim kafam o kadar net değil. Açık mavi gökyüzünün dalgalı bir deniz ile farkını zaman zaman unutabiliyorum. Metnin rotasını oluştururken hangi duraklardan geçeceğime, neyin anlatılmayı hak ettiğine karar veremediğim çok sık oluyor ve oturup yazılması gerekenler kendi kendine netleşene kadar sessizce bekliyorum.

**
- Aaa, korku tüneli! Korku tüneline girelim mi? Hadi girelim!
- Yok
- Neden?
- E, korkuyorum ..
- ...

**

Son gördüğüm rüyada, İstanbul'da çok az insanın bildiği bir sahil bölgesinde, yeşillikler ve tahta evler içinde bir masada arkadaşlarımla oturduğumu ve yakındaki bir masada oturan İlber Ortaylı'nın (evet?) bana kötü kötü bakıp arada laf attığını gördüm. Sigmund Freud analyze this!

**

Noel'de Kıbrıs'ta iken okuduğum "Sözcükler" dergisinde, Erdal Alova'nın "kültür endüstrisi" kavramını yerden yere vurduğu cümlelerine rastladığımda hangi fikrin, hangi kısmına itiraz edeceğimi şaşırmaktan başım dönmüştü. Özetle şöyle diyor Alova; "kültür endüstrisi, kültürü yok etmek, metalaştırmak, hiçleştirmek için uydurulmuş kapitalist bir uydurmacadır ve günümüzde kim sanata bulaşmışsa, kalemiyle, paletiyle, kamerasıyla, enstrümanıyla buna karşı çıkmakla yükümlüdür". Yine de şahlanıyor aman!
Alova'nın ve dahil olduğu kitlenin ideolojik formasyonu "saf tutmak" ekseninde kurulu. Nesnellik, tutarlılık önemli değil, hangi safta olduğunuz önemli. Ve bu kitlenin lügatında da endüstri kelimesi, her hangi bir şarttan muaf olarak şeytancıl şeyler çağrıştırmaya müsait. Endüstri denilen şeyin ilk anlamı haricinde aynı zamanda da üretici ve tüketiciler arasındaki ilişkinin en komplike hali demek olduğunu düşünmüyorlar. Okuru, seyirciyi tüketici olarak, "kültürel tüketici sınıf" olarak hayal edemiyorlar, çünkü bu kavramla tanışıklıkları da soğuk savaş döneminin keskin kapitalizminin onlara tüketmeyi tüm insancıl değerlere alternatif olarak sunduğu yıllar.
Kültüre ancak siyasi işlevine orantılı olarak değer veriyor, fakat karşı çıktıkları kültür endüstrisinin varlığı için en büyük ihtiyacın o endüstriyi işleten çarkın, üretenlere sıfır müdahelede bulunmayı kabullenmesi, sanatçı ve takipçisi arasında bir ileticiden ibaret olması olduğunu bilmiyorlar. Bunun üzerine de güncellenmemiş, bağlamı geçersiz kalmış kültürel tezlere (evet Adorno) sırt dayayınca ortaya böyle saçma tablolar çıkıyor.
Tamam Türkiye'nin ne sağlık, ne tekstil, ne spor hiç bir alanda sağlıklı bir sektörleşme gösterememiş olduğunu tüketici denince aklımıza ilk olarak markette omo ve makarna alan kadın geldiğini biliyorum, ama kavramlar sadece ülke sınırları içerisinde büründükleri hale göre mi değerlendirilir? İsyan edeceğim derken mevcut duruma bundan daha çok boyun eğilebilir mi? İyi matbaaları ve güçlü bir dağıtım sistemi olan bir yayınevinin, müzisyenlerin müzik yaparak yaşamasına imkan verebilen bir organizasyon ağına sahip müzik şirketlerinin, sadece ana-akım medyanın sunduklarına değil, her türlü sanatsal üretime ulaşabilecek bir tüketici kitlesinin, ana-akıma sırt çevirerek de hayatta kalabilen konser salonlarının varlığını hayal etmek bu kadar mı zor geliyor?
Yıllarca sen ben bizim oğlan bir araya gelip, hiç bir teknik gereksinimi, profesyonel yükümlülükleri önemsemeden çıkardıkları edebiyat dergilerinde (hayır Sözcükler'i kast etmiyorum) sahip oldukları iktidara alışık olanlar istediği kadar huzursuz olabilir ama ben kültür endüstrisinin oluşumunu tamamladığı bir ülkede yaşayan bir birey olarak çevremde yazı yazarak, müzik yaparak hatta kısa film çekerek yaşayabilen insanlar görmekten, her hafta hangi söyleşiye, kitap tanıtımına, konsere gitsem diye kafamın karışmasından çok mutlu ve memnunum. Kocaman plazaların duvarlarında da "1984: You haven't read it yet?" yazan koca afişler görünce mest oluyorum. Nokta.

**

Edebiyat dergileri demişken; onları çok seviyorum. İçlerinde ne yazarsa yazsın bana insanların edebiyatla haşır neşir olduğu, kitaplar üzerine düşünüp konuştuğu bir dünyadan mektup atılmış gibi hissediyorum. Seks dergisi görünce de insanları seks yaptığı, seks konu... neyse.

**

Okuldaki en fazla öğretmen- öğrenci diyaloğuna ihtiyaç duyulan ve grupça tartışarak işlenen dersimin hocası lezbiyen. Sınıf arkadaşlarımdan bir tanesi türbanlı. Bir diğeri İngiltere'de büyümüş bir yahudi, diğeri de Filistin'den irtica etmiş bir mülteci. Ve biz çok mutlu bir sınıfız. Fotoğrafımızı çekip Bahçeli, Baykal ve Erdoğan'a göndereceğim. (Eroğlu'na da olabilir, çünkü lezbiyen olan hocam aynı zamanda Yunan).

**

Bir süreden beridir, ne kadar denesem de zamanın devamlılığının zamanın yokluğuyla aynı şey olmasından başka hiç bir şeye inanamıyorum.


Saturday, February 20, 2010

Kitaplık Neden Önemli?


Böyle bir başlığı takip eden cümleler yazmaya başlamadan önce peşinen belirtmem gerek: Çevrede bıraktığım oldukça yanlış izlenimin aksine, kitap fetişim yok. Kitapları el üstünde tutulacak, camlı raflar arkasında saklanacak nesneler olarak da görmüyorum. Otobüste, metroda elinde kitap gördüklerime +1 puan eklemiyorum ve en sevdiğim kitaplarım basıldıkları ilk günki kadar hasarsız ve parlak görünenler değil, geceler boyu elimde tuttuğum için kapakları kırışmış, şarap içerken okundukları için kırmızı lekelerle süslenmiş olanlar.
Sağda solda kitapların güzelliği ve önemi hakkında karaladığım bir kaç satır var ama onlar da esasen okumanın güzelliği ve önemi hakkındaydı (kitap okumak ne kadar da gereksiz derken, kendisine okumanın önemini hatırlatan kurumlara karşı çıkarak tabu yıktığını zannedenlerden de olamadım, özür dilerim).
Ama son bir haftadır temiz, tertipli ve düzenli bir kitaplık özlemi ile yanıyorum. Hayatımla ilgili tüm dağınıklık, üstünü örterek kurtulduğum bir çeşit kafa karışıklığının kitaplarıma musallat olduğunu hissediyor ve huzursuz oluyorum!
Meselenin özü şu;
  • Kişi yeni bir eve taşınır, taşındığı eve kendisiyle birlikte bir miktar kitap getirir.
  • Söz konusu evde halihazırda bir kitaplık olmadığı için bu kitaplar tepeleme bir şekilde bir sehpanın üzerine yığılır. Amaç bir kitaplık edinene kadar onların düzenli bir şekilde bir arada tutmaktır.
  • Bu işlemi gerçekleştiren şahıs girift bir düşünce yapısına sahip olduğu için, aklının bir diğer tarafı bu düzeni o kadar da önemsemez ve düşünceli bir anında bir kitabı çekip alır.
  • Çekip alınan kitap, yerine geri konmaz.
  • Bir kitaplık sipariş edilir.
  • Kitaplığın gelmesi beklenirken kişi başka düşüncelerle harmanlanmış günler geçiriyor olduğundan bir kaç kitap daha alır.
  • Bu kitaplar da eski yerlerine konmazken, zihnin bir yanı onların yeni bir düzene vardığını, diğer yanı ise düzensizliğin tek çözüm olduğunu savunur.
  • Beklenen kitaplık gelir. Fakat yanlış ve birbiriyle uyumsuz parçalar halinde.
  • Kitaplar yatak altından, pencere pervazına kadar evin çeşitli bölgelerine dağılır.
  • Kurulamayan kitaplığın parçaları bardak altlığından, laptop sehpasına kadar çeşitli amaçlarda kullanılır.
  • Aranan kitapların bir kısmı kirli sepetinde ortaya çıkar.
  • Kişi pes eder.
Buradaki kişinin kim olduğunu tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Söz konusu kitaplar da edebi, felsefi, siyasi, tarihi kafam kadar karışık bir çorba. Peki bu durumun beni pes ettirmek haricindeki sonucu ne?
Şu; Saat dokuzda yorgun argın eve geliyorum. Amacım kendime geldikten sonra, çayımı yapıp kendime bir kitap seçerek ona konsantre olmak. Yorgunluğumu ve başka şeyleri unutmak. Bunu yaparken de keyfini çıkara çıkara, arkadaşımın hediye ettiği bir kitapla, çıkmasını heyecandan mideme ağrılar girerek beklediğim bir kitabı bir arada görerek, alıp kapaklarına, ilk sayfalarına göz atarak yapmak. Ama onun yerine evin sağına soluna dağılmış kitaplara bakınca yaşadığım şu; üzgün olduğum bir an beni teselli etsin diye yatağın yanında duran bir şiir kitabına bakarak o kitabı okurken neden üzgün olduğumu hatırlamak. Siyasi bir kitabı okurken, bencilce bir seçimle kendime dönük konulardan ibaret kıldığım hayatımdan dolayı suçluluk duymak, bir tarih kitabını okurken her tarih kitabını okurken olduğu gibi onunla ilintili diğer kitapları bulup okumak istemek ve bunu isterken kaç zamandır hayal ettiğim gibi bir yazarın külliyatını edinip bütün bir ayı ona ayırma projemi yine ertelediğimi fark etmek.
Evin sağına soluna dağılmış bütün bu irili ufaklı kelimelerin, cümlelerin bana "yaz, yaz, yaz" diye bağırması.
Çocukken iyi reyting getiriyor diye Show TV'nin yayınlandığı çöp ev haberlerini izlerken o evlerde yaşayanlara hem çok kızar hem de çok acırdım. Şimdi insanların kendi hayatlarından yaptığı kitaplara çöp muamelesi yapıyorum. Kendimden bu kadar uzağa gittikten sonra, nasıl hala daha becerip de başkabirileşebiliyorum?

Thursday, February 18, 2010

Flight 8816 - Larnaca to London


Bir çukurun ağzı gibi odamın ortasında açık ve kımıltısız duran valizime baktım. Şiir kitaplarının altına Proust'u, onun altına da gönderilmemiş bir kaç mektubu yerleştirip başka bir ülkede giyilmeyi bekleyen gömleklerimle üstünü kapattım. Pasaportlar ve resmi belgeler, bir miktar para ve bir kaç fotoğraf valizin son boşluklarını doldurunca çukur kapandı. Odamdan çıkıp salona, annemin ve babamın yanına inerken defalarca kez tekrarladığım bu yolculuğun bu kez beni başka bir yere götüreceğini biliyor ve susuyordum.
Masada her zamanki sessizliği ile oturan babam, mutfakta sanki hazırladığı kahveyi değil de kendi belleğini yoklar gibi düşünceli görünen annem ve etrafımızda vücudumuzun bir uzantısıymışcasına doğallıkla uzanan eşyalar, bana sadece bir evi, bir şehri ya da bir ülkeyi değil, bu küçük hayatların içindeki o güzel ve güçlü uyumu da terk edeceğimi hatırlattı. Söylemek istediklerim olmasına rağmen susmaya devam ettim ve babamın kolunun yazmakta olduğu defterle kaynaşmış bir bütün olmuş halini, annemin yüzündeki çizgilerden taşan sevgiyi ve anlamı izledim. Huzur ve keder sessizce bu küçük çizgilerin içinde nefes alıyor, bana kendimi bütünüyle dışında sandığım bu resmin ne kadar içinde olduğumu hatırlatıyordu.
"Hazır mısın" diye sordu annem. Hazır olduğuma asla ikna olmayacak olsa da. "Hazırım" dedim. Havaalanına gitmek için bir saatten az bir süre kaldığının farkında olduğumu, yine rahat davranıp uçağımı kaçırmayacağımı, zaten bir an önce İngiltere'ye gitmek zorunda olduğumu bildiğimi ondan önce davranıp söyledim. Gülümsedi ve bana söz verdiği gibi kötü duygulardan korunmam için yıllardan sonra yine zeytin dalları yakmak üzere bahçeye çıktı. Ne o, ne ben, ne de sessizliğini bozmaya yanaşmayan babam, birbirimize bu küçük ve zayıf zeytin dallarının bizi hiç bir şeyden korumayacağını bildiğimizi itiraf edemedik. Gelecek uzun, soğuk, uykusuz geceleri karşılamak zorunda olduğumu aklımdan geçirerek masaya, babamın karşısına oturdum. Bunu gören babam, sessizliğini korumak ister gibi yavaşca başını yazdıklarından kaldırdı ve bir şeyler içmek isteyip istemediğimi sordu. Sesinde bir içeçecekten çok bir sohbete davet ettiğini ima eden bir tını vardı. Çay istediğimi söyledim ve sonra karşıma yeniden oturana kadar onun sessizliğine ortak oldum.
Babamın geçen dakikaları geride bırakmakta zorlandığını hissediyor ama bir şey yapamıyordum. Güçlükle de olsa bir şeyler söyleyince sanki bir kuralı ihlal etmiş gibi utandım. Bana tatilde eve gelip gelmeyeceğimi, gelmeyeceksem ne yapmayı düşündüğümü sordu. Bilmiyorum dedim. Bilmiyordum. Gözlerini yeniden fincanına indirdi. “Gelmemelisin” dedi. “Bu ülke artık bize göre değil, biliyorsun”. Biliyordum. “Bu evler, bu hayatlar, bu sokaklar artık bize dar geliyor”. Bunu da biliyordum. “Kendine orada bir hayat kurmalısın, bir ayağın yine burada olsun. Bize kendini özletme. Ama burada çürümeyi de kabullenme.” Sustum. Karlar altındaki Greenwich’i, sise gömülü Thamesmead’i düşündüm. Kırmızı otobüsler, siyah şemsiyeler, yük gemileri ve kalabalık sokaklar çayımın içine doldu. Yine aynı kitapları yanıma alıp almadığımı sordu. Cevabı biliyordu. “Sana zaman zaman kızdığıma bakma, aslında bu alışkanlığını takdir ediyorum. İnsanın hayatında vaz geçemediği şeyler de olmalı”.
Biz konuşurken annem elindeki zeytin kokusu ve yüzündeki saklayamadığı umutla içeri girdi. Doğru yapıp yapmadığımızdan emin olmadan gülerek ve şakalaşarak zeytin dumanının odaya ve ciğerlerimize dolmasına izin verdik. İnce dalların arasında odaya yayılan duman saçlarımızı ve nefesimizi okşayarak üzerimize sindi. Bir an tüm bunları durduracak, her şeyi değiştirecek bir şey yapmak istedim. Valizimdeki mektupları göndermek, yeni kitaplar almak, babama sarılmak, onu öpmek, öpmek istedim. Güzel ve güçlü şarkılar söylemek, bir daha sessiz kalmalarına izin vermemek istedim. Annemin yüzündeki çizgilere saklanmak ve kimsenin beni bulmasına izin vermemek istedim. Bir zeytin dalı gibi köklerimden başlayarak yanmak istedim. Yandıkça güzelleşmek, güzelleştikçe yanmak istedim.
Dışarıdan beni havaalanına götürecek arabanın sesi duyuldu. Valizimi ve arzularımı yüklenip kapıya çıktım. Babam, inince aramayı unutmamamı, annem uykularıma dikkat etmemi söyledi. Arabanın sesi de bir şeyler söylüyordu ama anlamaya çalışmadım.
Sessiz ve ifadesiz, arabaya bindim. Git gide küçülen, gözüme birer çocuk gibi görünmeye başlayan anneme ve babama el salladım. Araba beyaz evlerin, dar mahallelerin arasından süzülüp geniş ve sarı ovaların ortasına çıktı. Az uzakta yarısı çürümüş bir dağ ve üzerindeki bayrak görünüyordu. İçeri kurumuş ot kokusunun girmesine izin verecek kadar araladıktan sonra başımı cama yasladım. Kokuyu ve sarı boşlukları ikiye yararak ilerliyor ve bir başka hayata, bir başka kişi olmaya doğru gidiyordum. Yol kenarındaki reklam levhalarına, siyasi afişlere, yanından geçtiğimiz evlere ve o evlerin camlarından görünen insanlara baktım, ağladım.

Wednesday, February 17, 2010
















Üç dört sene önce, sadece orta okuldaki fanzin hayallerimi anımsattığı için açıp bir süre sonra yazdıklarımın sürekli gözümün önünde olmasından korkarak - rahatsız olarak kapattığım ilk bloğumun, daha kısıtlı bir çevreye daha aklı selim yazarak bu korkuyu aşabilirim düşüncesiyle açtığım ikinci bloğumun, sonra da sadece dört beş kişi okusun diye yazmaya başlayıp dayanamayarak kapattığım son bloğumun ardından kendimi bu gece, bu satırları yazıyorken buldum.
Sıkıntımın nedenleri eskiye kıyasla daha net, korkularımı da daha iyi tanıyorum. İnternet ortamında çalakalem yazılan paragraflar, bir biri ardına eklenen kelimeler ile edebi bir şeyler sunduğuna inanan onca insanı okurken, insanın onlardan biri olma ihtimali ile yaşaması da, onlardan biri olduğu gerçeği ile yüzleşip buna rağmen -buralarda- yazmaya devam etmesi de çok zor. Benim altından kalkmayı beceremeyeceğim kadar. Sanal bir mecrada ilk kez bir şeyler yazarken, normalde sahip olduğum deneyimin tam aksine yazdıklarımın benim hiç planlamadığım, hoşlanmadığım bir üst anlatıya evrildiğini görüp huzursuz olmuştum. Vesikalık bir fotoğrafa bakar gibi, bu bir kaç paragrafa bakarak bir yere konumlandırılabiliyor oluşumdan hoşlanmamıştım. Fakat, yazıya ilişkin gerçek korkular ve sıkıntılar yaşayınca bunların hepsi havada dağılıp gitti.
Bu yüzden, uzaklarda olduğum için, bir masa etrafında birlikte otururken sesimin odadaki boşluğu delip de kafasının içine varmasını ve bunu işiterek beni anlamasını bekleyemeyeceğim kadar uzaktaki bir kaç arkadaşımın takip edebileceği, pratik bir yerde yazma fikri yeniden güzel gelmeye başladı.
Çok bir şey olmayacak, biraz okuduğum kitaplardan, biraz geçtiğim sokaklardan, biraz da geçeceklerimden bahsedeceğimi sanıyorum. Elbette ki kendi fanusundan başka bir yerde huzur bulamayan birisi olarak gene karnıma ağrılar girdiği olacak, gene içimdeki bir yazar, içimdeki bir başka yazara itiraz etmek için avaz avaz bağıracak, gene kendi kendimi tekzip edip, ben bu yazıdaki kişi/kadar değilim demek için kıvranacağım ama umrumda değil. Sizin de değilse, adres yukarıda yazıyor.

(Resim; Carl Spitwzeg, Der arme Poet, 1839)