Thursday, February 17, 2011

Uluma - Allen Ginsberg


Carl Solomon
için
i
gördüm kuşağımın en iyi beyinlerinin çılgınlıkla yıkıldığını, histerik çıplaklıkla
açlıktan geberdiğini,
zenci sokakların şafağında gördüm onları bozuk kafalarıyla mal ararken,
gecenin makinesinde yıldızlı dinamo ile eski cennetsel bağ için yanıp tutuşan
melek kafalı hipsterler,
yoksulluk ve paçavralar ve sahte gözlerle şehirlerin üstünde yüzen sıcak suyu
olmayan ucuz odaların doğa üstü karanlığında yükseğe doğrulup sigara içerken
jazzı seyredenler,
yaradan’ın cennetinde zihinleri apaçık olanlar aydınlatılmış ucuz çatı katlarında
ve yeraltlarında muhammed’in dolaşaduran meleklerini görenler,
arkansas ve blake-ışığı trajedisi arasından parlak ifadesiz halüsinatif gözlerle
bilgi savaşının üniversitelerinden geçip gidenler,
akademilerden delilik ve ahlaksızlığa düzdükleri methiyeleri kafatası üzerindeki
pencerelerde yayınladıkları için tekmeyi yiyenler,
parasını çöp sepetlerinde yakarak ve dehşeti duvardan dinleyerek tıraşsız
odalarda don gömlek sinenler,
apış arasındaki marihuanayla laredo’dan dönerken new york’da içeri tıkılanlar,
ucuz otellerde ateş yiyenler ya da paradise alley’de terebentin içenler, ölüm, ya
da geceden geceye gövdelerini arafta bırakanlar,
düşlerle, ve uyuşturucularla, uyandıran kabuslarla, alkol ve sik ve sonsuz
taşaklarla,
ürperen bulutların emsalsiz kör sokakları ve canada ve paterson’un kutuplarına
doğru sıçrayan aradaki zamanın hareketsiz dünyasını aydınlatan aklın şimşeği,
geçitlerin peyote dayanışması, arkabahçe, yeşil, ağaç, mezarlık sabahları, çatı
katlarında şarap kafası, kafaları iyi olduğu esnada çıktıkları zevk gezilerinde
mahallelerin dükkanlarının vitrinlerinde trafik ışıkları gibi yanıp sönen neonlar,
güneş ve ay brooklyn’in sert kışının alacakaranlığındaki ağacın titremesi, esrar
külünün laneti ve aklın yüce ışığı,
hayvanat bahçesi ışığının iç karartıcı parlaklığında boğazları paramparça ve
kasvetli beyinleri örselenmiş,
benzedrine boğulmuş halde rayların ve çocuk seslerinin gürültüsü arasında
titreyerek
battery’den bronx’a sonsuz bir gidiş için kendilerini yeraltında zincirleyenler,
gece boyunca bickford’da loş ışığın altında dibe vurmuşçasına gömülüp
kalanlar ve dışarı çıkanlar ve gün ortasında ıssız fugazzi’de bayat bira içerek
otomatik plak çalarda çatırtıları dinlemeye mahkum olanlar,
yetmiş saat durmaksızın konuşarak, parktan mekana, mekandan bara, bardan
bellevue’ye belleuve’den müzeye, müzeden brooklyn köprüsüne
ayın ötesinde/ki empire state’in pencere pervazlarından sarkan yangın
çıkışından atlayan platonik belagatçilerin yitik bölüğü,
olayları ve anıları ve anekdotları ve görme zevkini ve hastane şoklarını ve
cezaevlerini ve savaşları bağırıp çağırıp fısıldayıp kusarak konuşanlar,
yedi gün yedi gece harap olmuş anımsamalarıyla parıldayan gözlerle
kaldırımların üzerini örten mağlup sinagog eti,
artlarında atlantic city hall’ün belirsiz resminin kartpostalını iz bırakıp
zen new jersey’i terk ederek hiçbir yere doğru gözden yitenler,
kederli doğunun sıkıntı veren terlemesiyle tanca’nın kemik gıcırdatanları,
çin’in migreninden mustarip, iç karartan döşemesiyle newark’ın boktan bir
odasında esrarın etkisiyle pelte-k-leşenler,
geceyarısı demiryolu boyunca oradan oraya amaçsızca gidip gelen yurtsuzlar,
hiç kalp kırmadan çekip gidenler, gece, yükvagonlarında yükvagonlarında
yükvagonlarında sigaralarını yakanlar,
eroin için para sızdırmaya çalışarak dalavereyle, yalnızlık hissi veren
çiftliklerinden geçenler büyükbabanın,
kansas’ta kozmosun tinlerinde vızıldayıp ayaklarına değin titrediklerini
hissettiklerinde plotinus poe st. john üzerine kafa yorup haç çıkarıp telepati,
bop ve kabala ile uğraşanlar,
idoha sokaklarından birbaşına geçip giderek düşsel kızılderili meleklerle düşsel
kızılderili melekleri arayanlar,
parıldadığında baltimor çılgına dönüp doğaüstü esrimeye dalanlar,
etkisiyle kış gecesinin ortasında sokak ışığının küçükkent yağmurunun
oklahoma’nın çin göçmeni herifleriyle limuzinlerde takılanlar,
houston’da aylak ve aç cansıkıntısıyla yalnızlığın jazz seks ya da çorba için
takılanlar
amerika ve sonsuzluk hakkında tartışmak için parlak ispanyolların peşinden
gidip,
afrika’ya giden bir gemiye çaresiz kapağı atanlar,
artlarınca chicago’nun mekanlarında yakılmış şiirlerin külünden lav işçi
tulumlarının gölgesi ve döküntülerden başka hiçbir şey bırakmayarak mexico
volkanlarında gözden yitenler,
batı kıyısı’nda f.b.i’ı soruşturarak sakallı ve kısa pantolonlu büyük barışçıl
gözleri ve cinsellik kokan koyu derileriyle hatların ötesinde bildiri dağıtıp
yeniden ortaya çıkanlar,
cigaralarını üstlerinde söndürerek kapitalizmin ot tezgâhını protesto edenler,
staten island feribotu bastırdığında korkunç sesini wall’un ve bastırdığında los
alamos’un korkunç seslerini feryat ederek çırılçıplak soyunarak union
meydanı’nda kıyakkomünist bildiriler dağıtanlar,
beyaz okullarında yerleşmiş çetelerin doğrulttukları makineler karşısında çıplak
ve titrek ağlayarak yere yığılanlar,
düzüşmeksizin haykırarak sevişmekten, “zıkkım”lanmaktan ve oğlancılıktan
başka hiçbir şey yapmadıkları için bir suçu olmayıp polisaraçlarında mest olmuş
halde enselerinde dedektifler bitenler,
metroda dizlerine vurarak uğuldayanlar ve elyazmalarına bir göz atıp siklerini
pantolonları üstünden sıvazladıkları için uzayıp gitmesi istenenler,
bi işleri olmadığından azizimsi motorculara götlerini siktirip zevk çığlığı atanlar,
meleksi insanlıklarıyla uçanlar ve uçuranlar, atlantik ve karayip aşklarını
okşayan denizciler,
gülbahçelerinde, halk parklarının çimlerinde ve mezarlıklarda önüne gelen
herkese özgürce spermlerini attırarak sabah akşam otuzbir çekenler,
durmaksızın hıçkırarak tükenenler, kıkırdayıp coşarken sarışın & çıplak bir
melek artlarında belirdiğinde deşmek için onları palasıyla, bir türk hamamının
odasında mahvolanlar,
aşkoğlanlarını kaderin şirret üç ihtiyar kaşarına, heteroseksüel doların tek gözlü
kaşarına, dölyatağından göz kırpan ve kıçını kırıp oturmaktan,
dokuma tezgâhındaki aydınlanmış altın sarısı ipleri kırpmaktan başka bir şey
yapmayan tek gözlü kaşara kaptıranlar,
doyumsuzca ve esriyerek çiftleşenler bir bira şişesiyle bir sevgiliyle bir sigara
paketiyle bir mumla ve yataktan düşenler,
ve zemin boyunca yuvarlanıp salonu sürüklenerek devam edip duvarın dibine
yaslanarak son amcık vizyonuyla nihayetinde kendinden geçenler ve bilincin
son attırımından sıyrılarak gelenler,
günbatımında milyonlarca kızın amcıklarını akıtanlar ve sabah yeri gözleri
kıpkırmızı olsa da gündoğumunun deliğini de sulandırmaya hazır olanlar,
ahırlarda götleri alevlenenler ve göllerde çıplak olanlar,
sayısız çalıntı gecearabasıyla colorado’da bir boydan bir boya orospulukla hayat
sürenler,
n.c, bu şiirin gizil kahramanları, yarakadam, denver’ın adonis’i, yemek vakti
arkabahçede sayısız kıza döşeyerek akıtanlar, sinemanın arka koltuklarında
takanlar, sarsakça yan yana dizilenler, dağların tepelerinde mağaralarda bildik;
sıska garson kızlarla ıssız yol kenarlarında oynaşanlar- elbiselerini yukarı
sıyırarak & bilhassa kıyı benzin istasyonları tuvaletlerinde “tekbencilik”
yapanlar & memleketin çokça ıssız yollarında; solgun demode büyük leş
sinemalarında, düşlerini değişenler, ansızın manhattan’da uyananlar ve
kendilerini bodrum katlarından dışarı atarak, kalpsiz macar şarabının
tüketmişliği ve 3. caddenin demir düşlerinin dehşetiyle işsizlik maaşlarını almak
adına, büroya dek tökezleyerek yürüyenler,
tüm bir gece boyunca karla kaplı iskelelerde kan dolmuş ayakkabılarıyla
yürüyüp, east river’da arzu dolu esrar odalarının kapılarında açılması için
bekleşenler,
hudson kanyonunun dik kayalıklarına kurulu evlerinde ayın savaş zamanı
ışığına benzeyen projektörün mavi ışığında büyük intihar dramaları yaratanlar &
başlarında defne taçlarıyla unutulacak olanlar,
düşlerinde kuzugüveci yiyenler ya da bowery nehrinin çamurlu sularında
yengeç lüpletenler,
sarma kâğıdı ve kötü müzikle mal satıcılarının arabalarında sokakların
romansına ağlayanlar,
bir köşede oturup köprü altının karanlığında nefes alanlar, tavanaralarında
klavsenle orgazm olanlar,
teolojinin turuncu sandığıyla tüberkülozlu bir göğün altında alevlerle taçlanmış
harlem’de altıncı katta öksürüğe boğulanlar,
gece boyunca sihirli sözlerle esriyip sallanıp yuvarlanarak bir şeyler
karalayanlar, tan ağarmasının sarılığında anlamsızlığın şiirini yazdıklarını
görenler,
salt bitkisel bir krallık düşleyip de çürümüş hayvanlar ciğer yahnisi yürek paça
pancar çorbası ve meksika pizzası pişirenler,
bir yumurta peşinden et kamyonlarının altına dalanlar,
saatlarını çatılardan fırlatarak zaman dışı sonsuzluğu seçenler & sonraki on yıl
boyunca her gün çalar saat sesine uyananlar,
art arda en az üç defa bileklerini kesip de başarılı olamayan ve vazgeçip
mecburen içinde yaşlanıp mızmızlanacakları bir antikacı dükkânı açanlar,
kurşuni dizelerin patlamaları & cepleri dolmuş modacıların kafa ütüleyen
safsataları & reklamcılığın ibnelerinin nitrogliserin çığlıkları & zeki editörlerin
fesatlığının zehirli gazında madison avenue’da uyduruk elbiseleri içinde
yanarak tükenenler, ya da mutlak gerçek’in taksicilerinin sarhoşlukla çarpıp
yere devirdikleri,
brooklyn bridge’den atlayanlar, bu gerçekten oldu ve yitik adımlarla
yürüyenler çin mahallesinin büyüsünde ruhları kendinden geçenler
yol boyu çorba & yangın kamyonları, beleş bira yok,
umutsuzluk içinde pencerelerden dışarı country söyleyenler, metro kapılarından
fırlayanlar, pislik passaic durağında atlayanlar, zencilerin üzerine atılanlar, tüm
sokak boyu ağlayanlar, yalınayak şarapkadehi kırıkları üzerinde dans edenler,
1930'ların avrupasının nostaljik tükenmiş alman jazz fonograf kayıtlarını
paramparça edenler, viskiyi tüketip inleyerek ıstırap içinde iğrenç tuvaletlerde
çıkaranlar, kulaklarında inlemeler ve uğultusu devasa buhar kazanlarının.
geçmişin seyahatlerinin otoyollarından aşağı uçar gibi birbirlerini golgotha’ya
taşırcasına yol alanlar hapis-yalnız uyanık veya birming- ham jazzın vücut
buluşu,
sonsuzluğu bulmak için benim bir vizyonum ya da senin bir vizyonun ya da
onun bir vizyonu var mı diyerek tüm ülkeyi arabayla yetmişiki saatte katedenler,
denver’a yola çıkanlar, denver’da ölenler, denver’a geri dönenler & boşyere
bekleyenler, denver’ı bekleyenler & kuluçkaya yatanlar & denver’da yalnız
kalanlar ve sonunda zamanı keşfetmek için uzayıp gidenler & şimdi denver bu
kahramanları için yalnızlıktan sıkkın,
ruh bir saniyeliğine de olsa saçlarını halelendirene dek ışığıyla umutsuzca
katedrallerde dizleri üzerine çökerek birbirlerinin kurtuluşu ışık ve sineler için
yakaranlar,
parçalanmış zihinleriyle altın gibi kafaları yüreklerinde gerçeğin tılsımı
cezaevinde imkansız suçlar için beklerken alcatraz’a tatlı blueslar düzenler,
bir alışkanlığı yetiştirmek için mexico’ya ya da rocky dağlarına buddha’yı
yumuşatmaya ya da oğlanlar için tanca’ya ya da kara lokomotif için güney
pasifik hattı’na ya da narkissos için harvard’a mezarlıktaki papatya öbekleri
için woodlawn’a çekilenler,
radyoyu hipnotizmayla suçlayarak akılsağlığı davası açılmasını talep edenler
ama delilikleriyle elleriyle kararları askıda bırakan bir jüriyle kalakalanlar,
new york şehir kolejinde dadaizm sunumu yapanların üzerine patates salatası
atanlar ardından tıraşlı kafalarıyla ve intiharın soytarı söyleviyle akılhastanesinin
granit basamaklarında lobotomiye kuvvetle istek duyanlar,
ve bunun yerine kendilerine insülin ve metrazol şok terapisi elektrikli su terapisi
psikoterapi meşguliyet terapisi masa tenisi & hafıza kaybının somut boşluğu
sunulanlar,
katatoni içinde kısasüreliğine duralarken şakası olmayan bir karşıkoyuşla
yalnızca sembolik bir pinpon masasını devirenler,
yıllar sonra kandan peruklarını saymazsak geriye kel dönenler, doğunun
kaçıkkent koğuşlarında salt delirmişlerde zuhur eden kötü kader esriklik
içerisinde parmakla(n)mak,
pilgrim state’in rockland’in ve greystone’un kokuşmuş koridorları, ruhlarının
gölgeleriyle ağızdalaşına girenler, geceyarısı aşkın topraklarında-dolmen setleri
üzerinde- bir başına sallanıp yuvarlanarak, yaşam düşü bir kabus, vücutları ay
denli ağır taşa dönenler,
nihayetinde anayla******, ve ucuz apartman dairesinin penceresinden
fırlatılmış son fantastik kitap, ve sabahın 4ünde kapatılmış son kapı, ve cevaben
şiddetle duvara çarpılmış son telefon, ve zihinsel mobilyası son parçasına dek
boşaltılmış son döşeli oda, gömme dolapta tel askıya iliştirilmiş kağıttan sarı bir
gül, ve bu düşsel bile olsa, hiçbir şey ama küçük umut dolu bir sanrı işteah,
carl, sen güvende değilken ben de güvende değilim, ve şimdi sen gerçekten
zamanın tüm pisliğinin içindesinve
bundan dolayı buz tutmuş sokaklar boyunca koşanlar, elips katalog metre
titreşen düzlem kullanımının simyasındaki ani parıldamaya takıntılı,
hayal kurup bitiştirilmiş imgeler boyunca zaman ve uzayda somutlaştırılmış
geçitler açanlar ve 2 görsel imge arasında ruhun başmeleğini kapana kıstıranlar
ve doğadaki elementlerin özlerini birleştirip pater omnipotens aeterne
deus’nun heyecanıyla coşup bir sıçrayışta bilincin ismini koyup çizgisini
belirleyenler,
yoksul beşeri nesrin ölçü ve söz dizinini yeniden yaratmak için ruhlarında
kafalarındaki çıplak ve sonsuz düşünüşün ritmini uyumlu kılacak ikrarı
reddederek huzurumuzda dilleri tutulmuş ve zeki ve utançla titreyerek ayakta
dikilenler,
zamandaki kaçık serseri, ve kutsanmış melek, bilinmeyen, yine de ölümden
sonraki zaman boyunca söylenecek ne varsa koyanlar ortaya,
ve jazzın hayaletimsi giysisiyle orkestranın altın rengi nefesli borularının
gölgesinde yeniden dirilerek doğrulanlar ve amerika’nın çıplak zihninin aşk için
çektiği ıstırapları, kentleri son radyosuna varasıya paramparça eden eli eli
lamma lamma sabacthani çığlığıyla üfleyenler saksafonu
parçalanarak vücutlarından çıkartılmış yaşam şiirinin saf kalbiyle ki bin yıl
afiyetle yenir.
ii
alüminyum ve çimentodan nasıl bir sfenkstir ki kafataslarını açıp parçalamış
beyinleri ve imgeleri yiyip bitirmiş?
molok! yalnızlık! pislik! çirkinlik! külkovaları ve elde edilemez dolarlar!
merdiven diplerinde çocuk çığlıkları! ordularda hıçkırarak ağlayan
oğlançocukları! parklarda gözüyaşlı ihtiyar adamlar!
molok! molok! kabus molok! sevgisiz molok! zihinsel molok! molok ezici
yargıcı insanların!
molok akıl almaz zindan! molok kurukafa bayrağı çekilmiş ruhsuz hapishane ve
elemlerin kurultayı! yapıları yargı olan molok! savaşın sayısız taştan abidesi
molok! sersemlemiş hükümetler molok!
zihni salt bir makine olan molok! damarlarında kan yerine para dolaşan molok!
parmakları on ordu olan molok! göğsü kendi cinsinin etini tüketen bir dinamo
olan molok! kenarlarından dumanlar tüten bir gömüt olan molok!
molok gözleri binlerce kör pencere! uzun sokaklarında ebedi yahovalar gibi
gökdelenler dikilen molok! sis içindeki fabrikalarında düş kurup cavlağı çeken
molok! devasa bacaları ve antenleriyle kentleri taçlandıran molok!
sevdası sonsuz petrol ve taş olan molok! ruhu elektrik akımı ve bankalar olan
molok! yoksunluğu dehanın sureti olan molok! yazgısı cinsiyetsiz bir hidrojen
bulutu olan molok! molok adı us olan!
molok içinde yapayalnız oturduğum! kendinde melekleri düşlediğim molok!
molok delirdiğim! sikemiciyim molok’ta! aşksız ve erkeksizim molok’ta!
molok ruhuma çok önceleri giren! molok içinde gövdesiz bir bilincim ben!
molok beni doğal esrikliğimden korkutan! kendimden geçtiğim molok!
uyandığım molok! gökyüzünden boşalan ışık!
molok! molok! robot apartmanlar! görünmez banliyöler! hazine çatıkları! kör
sermayeler! şeytansı endüstriler! hayaletimsi uluslar! mağlup edilemez
tımarhaneler! granit yaraklar! canavarca bombalar!
onlar cennete kaldırırken molok’u parçaladılar sırtlarını! kaldırım taşları,
ağaçlar, radyolar, daha bir dünya şey! zaten varolan ve hep içinde olduğumuz
şehri cennete kaldıranlar!
vizyonlar! kehanetler! halüsinasyonlar! mucizeler! esrimeler! amerikan
nehrinde batıp gitti!
düşler! tapınmalar! aydınlanmalar! dinler! bir gemi yükü duygu zırvası!
kirişikırmalar! nehrin diğer tarafına! evirip çevirmeler ve çarmıha germeler!
tufana kapılıp gitti! yükselmeler! anlık tanrı görümleri! umutsuzluklar! on
yılın hayvani çığlıkları ve intiharlar! bellekler! yeni aşklar! kaçık nesil!
zamanın kayalıklarından aşağı!
gerçek kutsal kahkaha nehirde! gördüler her bir şeyi! vahşi gözler! kutsal
haykırışlar! çekip gittiler eyvallah deyip! atladılar çatıdan! ıssızlığa! el
sallayarak! yanlarında çiçeklerle! nehre doğru! sokağa!
iii
carl solomon! seninleyim rockland’da
benden daha kaçık olduğun
seninleyim rockland’da
fazlasıyla tuhaf hissettiğin
seninleyim rockland’da
annemin gölgesine öykündüğün
seninleyim rockland’da
on iki sekreterini öldürmüş olduğun
seninleyim rockland’da
o görünmez nüktedanlığınla güldüğün
seninleyim rockland’da
aynı korkunç daktiloda büyük yazarlar olduğumuz
seninleyim rockland’da
vaziyetin ciddileştiği radyodan bildirilen
seninleyim rockland’da
kafatasındaki melekelerin zeka asalaklarını artık içeri sokmadığı
seninleyim rockland’da
utika’nın evlenmemiş kadınlarının göğüslerinden karnını doyurduğun
seninleyim rockland’da
bronx’un kartal bedenli kadınlarının vücutlarında kelime oyunlarıyla eyleştiğin
seninleyim rockland’da
cehennemin dipsiz kuyularında asıllı bir pingpong maçını kaybettiğinden
deligömleği içinde feryatlar ettiğin
seninleyim rockland’da
katatonik bir halde takıldığın piyanonun başında ruhun masum ve ölümsüz
olduğunu donanımlı bir tımarhanede asla imansız ölmemesi gerektiğini
söylediğin
seninleyim rockland’da
elliden fazla elektroşokla ruhunun hac yolunda gerildiği çarmıhtan bedenine asla
yeniden dönmeyeceği
seninleyim rockland’da
doktorlarını akıl hastalığıyla itham edip ulusalcı faşist golgotha’ya karşı
sosyalist ibrani devrimi entrikaları çevirdiğin
seninleyim rockland’da
long islang göğünü yarıp insanüstü kabrinden çıkararak yeniden dirilteceğin
kendi yaşayan insan isa’nı
seninleyim rockland’da
yirmi-beş-bin çılgın yoldaşla hep bir ağızdan enternasyonel’in son kıtasını
söylediğimiz
seninleyim rockland’da
birleşik devletleri öpüp sarmaladığımız çarşaflarımız altında o birleşik
devletlerin alışkanlık yaptığı öksürüğüyle gece boyu bizi uyutmayacağı
seninleyim rockland’da
seninleyim rockland’da
rüyalarımda üzerinde bir deniz yolculuğunun damlalarıyla yürüdüğün
amerika’da bir batı gecesinde gözyaşlarınla otoyol kavşağındaki kulübemin
kapısına vardığın
san francisco 1955–56

Allen Ginsberg

Dipnot:
kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal!
kutsal! kutsal! kutsal! kutsal! kutsal!
dünya kutsaldır! ruh kutsal! ten kutsaldır! burun kutsal! dil, sik ve el ve
götdeliği kutsal!
her şey kutsaldır! herkes kutsal! her yer kutsaldır! her gün sonsuzluk! her
adam melek!
kaçık olduğu sürece dört büyük melek kutsal! sen ve ruhum delinin kutsallığı
kadar kutsal!
daktilo kutsal şiir kutsal ses kutsal dinleyenler kutsal esrime kutsal!
kutsal peter kutsal allen kutsal solomon kutsal lucien kutsal kerouac kutsal
huncke kutsal burroughs kutsal cassady kutsal gizli hayvan sikiciler ve ıstırap
içindeki dilenciler ve iğrenç insan melekler kutsal!
kutsal tımarhanedeki annem! kansas’taki atalarımın siki de kutsal!
inleyen saksafon kutsal! kutsal mahşerî bop! cazcılar ot hipsterler barış & junk
& sarma kutsal!
kutsal gökdelen ve kaldırımların ıssızlığı! milyonlarla dolan kafeteryalar kutsal!
sokakların aşağısındaki gizemli gözyaşı nehirleri kutsal!
doyumsuz yalnızlık kutsal! orta sınıfın büyük kuzusu, isyanın çılgın çobanı
kutsal! kim los angeles’ ı los angeles yapan!
kutsal new york kutsal san francisco kutsal peoria & seattle kutsal paris
kutsal tanca kutsal moskova kutsal istanbul!
kutsal zamanın sonsuzluğu kutsal sonsuzluğun zamanı kutsal boşluktaki saatler
kutsal dördüncü boyut kutsal beşinci enternasyonel kutsal melekteki molok!
kutsal deniz kutsal çöl kutsal demiryolu kutsal tren kutsal görüler kutsal
halüsinasyonlar kutsal mucizeler kutsal gözçukuru kutsal cehennem!
kutsal bağışlama! merhamet! iyilik! iman! kutsal! bizler! bedenler! kederli!
yüce!
kutsal ruhun doğaüstü çokça gözalıcı yetenekli şefkati.
Berkeley ‘55

Allen GINSBERG

Wednesday, February 16, 2011

Yazmak

Yüksek ateş yüzünden yattığı yerde ter dökerek can çekişen çocuğun ailesine çocuğu iyileştirmek için ona günde üç kez X ilacını vermeleri ve başka bir şey yapmadan beklemeleri söylenir. Tedavi basit, hastalık ağırdır. Çocuğun alnından dökülen ter beklemeyi güçleştirir, aile söylenen süreyi sadece bekleyerek geçirmeye dayanamaz ve ilacı söylenenden daha sık içirir. Hastalık diledikleri gibi beklenenden önce vücuttan def edilir ama bununla birlikte hiç arzulamayacakları başka bir şey daha gerçekleşmiş, çocuk ilaca bağımlı olmuştur ve yine can çekişmek istemiyorsa artık o ilacı yanından ayırmamak zorundadır. Yazmak da yüksek ateşle can çekişirken şifa bulmak için yapılır, ve dikkatlice yapılmazsa kendi bağımlısını yaratabilir, tek fark bu kez çocuğun ilaca kendi elleriyle uzanmasıdır.

Hiç denememiş olanlar için : Bir salıncağa kurulmuş hızla merkezin iki ucuna doğru sırayla yükselip yükselip alçalıyorsun. Bir uçta yaşam var, diğerinde ise yazı. Ayakların yere değmiyor. Artık bir noktadan sonra seni hangi uçta neyin beklediğini unutuyorsun. Seni yukarılara iten güç daha sonra yine seni aynı hızla geriye doğru çekiyor. Tenin yaşamdaysa, nefesin yazıda. Gözlerin yaşamdaysa, gördüklerin yazıda. Her şey rengini kaybedip iç içe geçiyor. Yaşar gibi yazıyorsun, yazar gibi yaşıyorsun. Sonra tepe taklak düşürüyor seni hızın, güç bela oturduğun o salıncaktan. Ne yaşayabilirsin artık, ne de yazabilirsin. Ta ki, gücünü toplayıp salıncağa tekrar tırmanabilesin.

Ve klişe ile tema arasındaki farkı da bilmek lazım. Hakimin idam kararı verdikten sonra kalemi kırması bir klişedir, kırılan kalemden çıkan sesin suçlunun içindeki ölüm korkusunu uyandırması ise tema.

İyi yazılar kırılınca ses değil, harf saçan kalemlerle ve sessizce yazılır.

Saturday, February 5, 2011

Küçük Şehir, Ne Küçüksün

"Bir başkası olmak istedim hep,
bir başkası.
Tanımadığım biri
bir yabancı.
Ben dar geldikçe kanatlı ruhuma."
Yıldırım Türker

"Korkma, her şeyi ben yapacağım" dedi, ben sırt üstü uzanmış üzerimde yükselen bedenini izlerken. "Ne yapacak ki, başka ne yapabilir, daha ne var ki?" diye düşünmeye fırsat bile bulamadan, bedeni bedenime daha da kenetlendi. Halbuki eteğini bile çıkartmamıştı. Ne olup bittiğini göremiyordum. Sadece tanımadığım bir sıcaklığın kasıklarımdan nefesime yükseldiğini hissediyordum. Bütün bunları nereden öğrendiğini düşünemeyecek kadar baygın, ama hoşuma gittiğini fark edecek kadar da kendimdeydim. Gitti ve geldi sonra, aylarca gitti ve geldi ve her gidişinde bir daha geri gelmeyeceğinden korkmayı da öğrendim. Bir de onun aksine başka bir bedenin varlığına karışmayı öğrenmek için ne kadar küçük olduğumu, henüz sadece on iki yaşında olduğumu unutmayı.
Yaşadığım sokakta evler beyaz duvarları ve kahverengi panjurları ile birbirine benzesin diye yapılmış gibi dururdu. Yaşadığım şehirde sadece tek bir iklim yaşanırdı. Yaşadığım ülkede insanlar benzer hayatlar yaşar ve başka hayatlardan korkardı. Ben büyürken beni bu konuda uyaran kimse çıkmadı. Sadece bir gün, bir önceki güne uyandığımı korkuyla fark ettim. Bir daha da eskisi gibi uyuyamadım. Uykusuzluğa alışmak için kendime gece arkadaşları edindim; Rimbaud okudum, Brel dinledim, içki içtim. Rüya göremiyordum, onun yerine hayal kurdum. Benim kurduğum hayallerin benzerlerine sahip olanlar varmış, birbirimizi bulduk. Onları sevdim. Sonra başka yollara yürüdük, -her sevgi hayal kırıklıklarının altından sağ çıkacak kadar güçlü değil.
Bir şeyler öğrenmeyi denedim, neden bilmeden. Öğrendiklerimi hayallerim ile ulamaya çalıştım. Okuduğum her kitapta sevdiğim her karakterin birazdan kapıyı çalacağına inandım ve bekledim; gelen olmadı. Yine de okumaya devam ettim, yine neden bilmeden. Tüm bu çabaları bir araya getirecek, düşünceyle, hayal kurmanın ve sabretmenin gücüyle, başka hayalperestlere omuz vererek başka iklimler yaşamayı mümkün kılacak bir şeyler yapmak mümkün mü diye öldüresiye merak ettiğim için siyasetle ilgilendim. Mümkün değilmiş. Yenildim. Her şey gibi, yenilmekte de aceleci davrandım, ağır ağır devrilen bir ağaç gibi, ağır ağır yenilmeyi bekleyemedim. Hızla koptum köklerimden.
Çevremdeki insanların sandığı kadar yalnız olmadım hiç bir zaman. Herkesin sessizce uyuduğu gecelerde ben uzun uzun sevgili arkadaşım Jean- Jacques Rousseau ile sohbet ettim, itiraflarını dinledim. Kendi acılarıma üzülecek, kendime acıyacak vaktim yoktu, çünkü dostum Raskolnikov'un kederine ortak olmakla meşguldüm. Sessizlik çok korkutucu olduğunda tanıdığım pek çok güzel kadın Rita Hayworth, Jane Birkin ve Marianne Faithfull gelip en güzel şarkılarını söyledi bana. Tanıdığım pek çok diğer kadın da onları kıskandı.
Bir kaç yalan söyledim, kendimi ve akıl sağlığımı korumak için. Önemsemiyor gibi, sanki orada değilmiş gibi yapmayı öğrendim. Acımıyor gibi yaptım, öldü sanıp bıraksınlar diye. Bıraktılar.
Sonunda bir gün, kaçmayı akıl ettim ve kaçtım. Artık pencereden bakınca Thames nehrini, sokakta da tanımadığım yüzleri görüyorum. Ve hala, bir zamanlar, o eteği kaldırmayı akıl edemediğim için kendime çok kızıyorum. Kendime, çok, kızıyorum.

Thursday, February 3, 2011

Gölgenin Başladığı Yer

Bugün yazarı Dostoyevski olmasına rağmen öyle pek çok kişi tarafından bilinmeyen, bilenlerin de çok sevmediği (öyle ki kitabı Türkçe baskısına önsöz yazan Orhan Pamuk bile kitabı, onu başarılı bulmadığını yazarak takdim etmiş) ilk romanı İnsancıklar'ı neden sevdiğimi düşündüm (daha hayati konular yerine bu gibi şeyleri düşünmeye meylim var). Kesin bir cevap bulabilmiş değilim. Belki de bir sanat eseri kendini sevdirmek için illa ki de bir nedene sahip olmak zorunda değildir. Ma mère l'oye klasik batı müziğinin geleneksel temalarından farklı bir konu işleyerek yeni bir yaratım alanı açtığı için değil, sadece notalar birbirini ardı ardına düşen yağmur damlaları gibi takip ettiği için de güzel olabilir. Yine de düşündükçe İnsancıklar'a sevgimi pekiştiren bazı ip uçları da bulmadım değil; hikaye bir çok mekanda geçiyor. Bunlardan biri de Varvara Aleksevayna'nın belleği. İnsanların arasında, şehrin göbeğinde geçen hikaye son bölüme gelince usulca Aleksevayna'nın hafızalarına, onun çocukluğunun soğuk gecelerine sızıyor ve bu da okuru kendi belleğine yöneltiyor; "ben kendi çocukluğumun soğuk gecelerinde neyi düşledim?" Öyle eski bir soru ki bu, İnsancıklar'a her yeniden göz atışımda geçmişten çıkıp gelen bir dostla karşılaşmış, eski güzel bir sırrı hatırlamış gibi gülümsüyorum.

Mutfak lambası bir haftadır bozuk. Bir haftadır her gece sessiz evin ışıksız mutfağında, sokağa bakan pencereden gelen cılız ışıkla yetinerek çay yapıyorum. Bugün yine fokurdayan suyun ısınmasını beklerken, o cılız ışığın içinde duran iki kahve fincanı gözüme çarptı. Yıkanmamış bulaşıkların, yarısı boş bir şişenin az ötesinde yan yana duruyorlardı. Kırmızı, parlak tutacaklarına, dolunayı hatırlatan yuvarlak ağızlarına, ince, kırılgan gövdelerine baktım. Onlara birer isim vermeyi düşündüm, sonra da onları kırıp ortadan kaldırmayı. Onları bir dolabın en üst, en ulaşılmaz rafına kaldırıp gözden uzak tutmayı düşündüm. Artık nereye gidersem gideyim onları da yanımda taşıyıp sadece onlardan bir şeyler içmeyi düşündüm. Onları başka amaçlarla, mesela vazo veya kalemlik olarak kullanmayı düşündüm. Ve sonra raftan başka bir bardak alıp çayımı doldurduktan sonra hiç bir şey yapmadan mutfaktan çıktım.

Fleet Foxes Mayıs'ta Londra'ya geliyor. Nedense çok üstüme aldım, aslında bana geldiklerini
düşünüyorum. Uzun süredir bir kadeh içkiden, biraz ıslık çaldıktan, söylenmesi gereken bir şeyi söyledikten sonra gelen her gevşeme anında onları dinlediğimi bir yerden duymuş olmalılar. Belki de farklı başlamış bir tarih bizi zamanın daha eski noktalarında buluşturacaktı. Şehirler daha farklı kurulmuş olsaydı, bir yolun çatallandığı yerde karşılaşıp nereye doğru ilerleyeceğimizi konuşacaktık. Olsun, bu kadar geç kalmaları böylesine hızlı bir dünya için az bile sayılır. Güneşi dünya'nın etrafında döndürmeye çabalamak hiç kolay değil, farkındayım.

Gözlerini devirip dudak kıvırdı, çünkü verecek bir cevabı olmasa da fikirlerimi, dolayısıyla da beni küçümsediğini bilmemi istiyordu. İstediği son şeyi yaptım ve aslında kendine olan güvensizliğini örtmeye çalıştığını itiraf edebilmesi için jestini görmezden gelerek sakince konuşmaya devam ettim. Kendini korumak için daha da çirkinleşti ve o kulak tırmalayan, içinde neşe olmayan kahkahasını odaya boşalttı. Hem zaten o ne kadar samimi, içten bir insandı ki jazz yerine Tarkan dinliyor, yayınevleri yerine magazin haberlerini takip ediyordu. Hem samimi hem de önemliydi, çünkü önemli biri olmasa ben o beni "farklı" sansın diye olduğumdan farklı görünmeye çalışır böyle gereksiz "entellikler" ile uğraşır mıydım? Zaten savunabildiğim kimi fikirlere sahip olmam, yanlış anlaşıldığımı düşününce düzeltmeye çalışmam ve uzun çabalar sonucu kimi konularla haşır neşir olmak için gereken minumum özgüveni az çok tedarik edebilmem kendimi beğenmiş biri olduğumun göstergesiydi, şimdi bir de onun söylediklerine katılmadan önce dediklerini aklımın terazisinde tartmam ukalalıktan başka ne anlama gelebilirdi ki? Susup o "mütevazi" ağzından çıkan her şeyi dinlemeli ve ne derse hemfikir olmalıydım ki ona tepeden bakıyor olmayayım. Arada bir konuşmasını süslediği kimi şeyleri bilmediğimi ya da yanlış bildiğimi söylediğimde gözleri şaşkınlıkla açılıyordu. Madem ki "her şeyi, heerr şeyi" bilmiyordum o zaman neden hiç bir şeyi bilmeyen insanlar gibi anlamaya çalışmaktan da vazgeçmiyordum?
Zavallı, karşımda oturmuş benimle iletiştiğini sanıp beni kendi sıkıntılarına ortak edememenin sancısını çekerken, derin bir nefes aldım ve yanımda oturan sevgilimin elini tuttum. Sustum. Güneşin nesnelere ve insanlara dokunduğu yeri, dokunup da başka bir şeye dönüştüğü, gölgenin başladığı yeri bulmayı denedim. Çünkü bilirim ki ancak sevgiye sığınmak insanı hırpalanmış ruhların saldırılarından korur ve onu bu küçük savaşların boğucu sancılarından çıkarıp daha ferah bir yere götürür.

...

Yan dairedeki bebek çok fazla ağlıyor, üst kattakiler çok fazla sevişiyor ve ben sessizlik taraftarıyım.