Monday, January 31, 2011

Michel Houellebecq

Bir de albümü vardır parlofonik vokalleri ve tabi ki lirikleri ile şekillendirdiği. şarkıları (mesela; Playa Bianca, Crépuscule) fazlasıyla Serge Gainsbourg'un son döneminden etkilenmişken, sahne şovu Les Idees de Nietzsche Sur la Musique (Nietzsche'nin müzik üzerine düşünceleri) adlı kitapta buyrulduğu gibi vahşi, insanın güdülerini harekete geçiren dinleyiciyi medeniyetten uzaklaştırarak ona ilk-insan hallerini giydiren arkaik bir şovdur (bkz: Mayıs 2000, Paris konseri) (Evet klişeler diyarında boğulmamış ham bir The Doors performansını da andırabilir bu haliyle).

Houellebecq'in ürettiklerinde heyecan verici olan bunların halihazırda kendini kapitalizmden bir şekilde soyutlamış, soyutladığı yerde de kapitalizmi yıktığı yanılgısında olan birisi tarafından değil, sabah 9 akşam 5 mesaisinin yavanlığını sindire sindire çalışmış, kulağına 12 tane piercing saçına yeşil bir boya sürerek kendini ayrıştıramamış, neredeyse cinsel arzuları sayesinde hayatta kalan birisi tarafından yazılmış olması. Sahnede cılız, çirkin, bir gün intihar edeceği aşikar, sıradan görünümlü bir adam var ve o adamın hayal gücü, mutsuzluğu ve cinsel arzuları birden bambaşka bir anlam dünyası yaratmasını zorunlu kılıyor. O bu dünyayı ifade ettikçe modern dünya'nın kanıksanmış saçmalıkları işlevini kaybediyor. İnsan ruhunun son çığlıkları?

Ve bir de şu var ki, söylediklerinin pek çoğuna zerre kadar inanmadığı açık Houellebecq'in. zaten kendisini fikir beyan ettiği bir çok konuda da (İbrahimi dinler, seks turizmi, vs.) bir kanaat önderi olarak ortaya koymuyor. onun derdi belki de ortaya sunarken ciddi olduğu tek görüş olan depresyonizmin zeminini tahlil ederken çalışacak psikanalistlere iyice malzeme vermek ve onu terk edip giden annesini elinden geldiği kadar üzebilmek (belki de onu aslında sevdiğini itiraf edebilmek). Dolayısıyla benim gibi, ortaya sunduğu kimi görüşlerin ciddiyetle ifade edildiğini görse ifade sahibini bir kaşık suda boğabilecek birine bile rahatlıkla okutabiliyor kendisini. Söyledikleri ile düşündükleri arasında değil, düşündükleri ile yaptıkları arasında koşutluk bulunan birinin uyumu var Houllebecq'de.

Batı kültürü, modernizmin güzel ütopyaları belki de gerçekten ölüyor artık. O koca mersin ağaçlarının gövdesi bugün artık kurtlu, çürümüş, ve devrilmek üzere. Houellebecq ölmekte olan bu ağacın yapraklarındaki acıyı dindiren hışırtı, ölen gövdenin gölgesinde büyüyen yabani bir çiçek.

Belki de ölmeden önce son bir kuğu şarkısı yazıp öyle ölecek.

Friday, January 28, 2011

Underground: The Tokyo Gas Attack and The Japanese Psyche

Öncelikle (bkz: Japon yapıyo abi)

Tam adıyla: "Underground: The Tokyo Gas Attack and The Japanese Psyche". Harika yazar Haruki Murakami'nin kurgusal olmayan ve henüz Türkçeye çevrilmemiş kitabı.

Adından da anlaşılabileceği gibi 1995 yılında Aum Şinrikyo isimli ürpertici (bundan başka hiç bir sıfatı yakıştıramadım) tarikatın Tokyo Metrosu'na yaptığı sarin gazı saldırısını ve sonrasını konu alıyor. Fakat Murakami saldırıya ilişkin bir hikaye ya da denemeler yazmak yerine saldırıdan etkilenenler ile röportajlar yapmayı tercih etmiş. Belki de bunda, böyle bir işe girişmeye saldırıya uğrayanlardan birinin eşine ait bir mektubu okuduktan sonra karar vermesi etkili olmuş olabilir. İçselleştirilemeyen ve dışarıdan izlenen bir şey olarak toplu bir ölüm, katliam.

Ne var ki saldırıdan direkt olarak etkilenenlerin sayısı binlerle ifade edilir, ölüm tehlikesi atlatanlar da onbinleri bulurken, hayatını kaybetmiş pek çok insan ve aileleri varken röportaj yapmayı kabul eden sadece 62 kişi olmuş. Onlar da metinlere ciddi ölçüde müdahele etmek istemiş. Yine de kitabın zeminini oluşturması beklenen kaynağın böyle daralmış olması bir sorun yaratmıyor. Ortada mimarisine incelikle çalışılmış bir metin, ve o metinde hayal gücünü
motive eden boşluklar var.

Kitabın kendisi kadar zevkle okunan önsözünde Murakami'nin, o malum seçimi, insanlığı ve yazarlığı arasında yapmak zorunda olduğu seçimi zorlukla kabullendiği, ve insani yükümlülüklerini edebi yükümlülüklerinden yüksekte gördüğünü ima ettiği cümleler de var, ki, şaşırtıcı. İkileme bile düşmeden yazar gibi hareket etmesini beklerdim (neticede mevzubahis olan Nejimaki Dori Kuronikuru'nun yazarı).

Kitabı İngilizceye çeviren Alfred Binbaum ve Philip Gabriel, Haruki Murakami'nin alamet-i farikası olan duru dilini çok iyi bir şekilde muhafaza etmiş. Henüz Türkçede böyle bir işe girişen olmadığından, bir an önce kolları sıvamak türkçeye çevirmek, bir okurun bir kitapla kurabileceği en yakın ilişkiyi kurmak için sabırsızlandığımı söyleyeyim de çevirmeyi düşünen başka birisi varsa vazgeçsin!

Tuesday, January 25, 2011

Kitchen Sink Drama (a.k.a kitchen sink realism)

Sadece 50-60 arası ürünler vermiş bir genre değil, aynı zamanda günümüz (an itibariyle 2010 sonu gibi) İngiliz tiyatrosu ve edebiyatının siyah ve eşcinsel yazımı ile birlikte en revaçta olan üç dalından biridir. bu popülariteyi bit pazarına nur yağması olarak mı değerlendirmek lazım, yoksa Conservative Party'nin yükselişine karşı bir refleks olarak mı, emin değilim.

Anthonty Giddens'ın yumurtası olan yeni sol, Tony Blair'in İşçi Partisi aracılığıyla kitleselleşip iktidar olduğundan beridir Birleşik Kralık'ta bazı dengeler yeniden kuruluyor. Siyah ve eşcinsel haklarını savunduğunu söyleyen bir Muhafazakar Parti, iş adamlarını iki yüzlü ve hırsız olmakla suçlayan bir Liberal Demokrat Parti ve Irak savaşına elini kolunu sallaya sallaya girebilen bir İşçi Partisi bu sürecin ürünü. Haliyle partiler hem fikirsel, hem de yapısal olarak bu denli hızlı bir şekilde zemin değiştirirken söylem alanları da buna bağlı olarak dönüşüyor, söylemlerindeki kimi noktalara vurguyu artırırken, bugüne dek siyasi kimliklerinin bel kemiğini oluşturan bazı fikirleri de tarihe itiyorlar.

Kitchen sink (ya da kitchen sink drama) siyasetin eski gündeminde kaldığı düşünülen kimi temel problematikleri işlemekte ısrar edişiyle, sadece muhafazakarlara değil tümüyle bu yeni alana da bir güvensizliği ifade ediyor gibi. Sosyal devlet makyajı yapılmış Muhafazakar Parti'ye ve, "yeni sol" deneyimini geride bırakıp nasıl "yeniden sol" olacağına dair somut bir göstergede bulunamayan İşçi Partisine eşit mesafede. Sıkıştığı merkezde birbiriyle haddinden fazla etkileşimli dolayısıyla da haddinden fazla benzeşen siyasi yapılanmaların dışında kalan bağımsız bir ses.

Bu dönem merkez siyasete güvenini kaybeden Birleşik Krallık halkının yeni siyasi geleneklerini oluşturması yönünde bir potansiyel de içeriyor mu, yoksa sadece bu yeni dönemin formasyonu kurulurken bunun "insansız" yapılamayacağına vurgu yapan bir unsur mu diye karar vermek için henüz erken. Ama kesin olan bir şey var ki toplumsal bellek denen mefhumun sahip olduğu önemi göstermesi açısından modern demokrasiler için unutulmuz bir deneyim.

Darısı cunta kabinesi bakanı Turgut Özal'a demokrasi şehidi diye ağlayanların, "anti-emperyalist" ordunun Nato üyesi olduğunu unutanların da başına.

Not: Bu yazıyı ilk olarak Ekim 2010'da ekşi sözlüğe yazdım. Çok önemli bir ayrıntı değil (citation index'e oynamıyorum neticede), ama aranızda takip eden varsa "e ben okudum zaten bunu" demesin diye belirtiyorum. Elimin altında durması için sözlüğe yazdıklarımdan buraya aktaracağım başka yazılar da var.

Thursday, January 13, 2011

Gerçeğe Yalnız Yürünür

Ufak bir ateş yakıp o ateşte şekil verdiğim camda kendime bir kum saati yaptım. Uzaktaki sahile kum çalmaya gidemeyecek kadar yorgundum. Kara toprağı ise inatçıdır, kolay kolay ufalanmaz. Kum yerine bir kaç eski fotoğraf yakıp külünü saatin içine ufaladım. O kadar çok ufaladım ki önce fotoğraftaki yüzler, sonra da renkler tuz buz oldu. Geçen zaman gri bir toz bulutu kadar uçucu hale gelince saatin kapağını kapattım. Alaşağı ettim ve ölçtüm; akan zamandan geriye kalanların ters-yüz oluşu aşağı yukarı bir hayat kadar sürdü, -işimi görmeye yeter. Bir heybede taşımak, ya da çıkarıp masanın üstüne koymak da olmazdı. Kimse göremesin diye onu ifade edilmeyen sözlerin ve ancak duyabilecek biri yokken fısıldanan düşüncelerin arasına sakladım ve insanların arasına karıştım.
Sessizlikle gerçekten tanışan insan, kalabalıkların gürültüsüne tahammül etme yetisini yitirir. Gereksiz sözcüklerin çevrelediği o uçucu boşluğun tadını almıştır çünkü. Kulakları çirkin ağızlardan çıkan kaba sözcüklerin altında can çekişen sessizliğin çığlığını duyacak kadar keskinleşmiştir. O çığlık kimi zaman kalabalık bir şehir meydanında anlamsız hayatlarla çevrili olduğunu hissettiğinde bulur insanı, kimi zaman hayatının ve düşüncelerinin önemli olduğunu zanneden bir zavallıyı dinlerken, kimi zaman da bitmekte olan bir aşkın son çağrısını işitmeye çalışırken. Yeteri kadar güçlü olan insan sessizliği çevreleyen o sesleri ayıkladıktan sonra huzuru bulur ve hayatına devam eder. Sadece yüzünde bir ifadeye rastlamak mümkün değildir, çünkü insanlarla birlikte onu çağıran dünyayı da işitmez hale gelmiştir artık. Düştüğü boşlukta, bakışları kimseye yönelmeden, gözleri hiç bir şey anlatmadan süzülür gider.
Kum saatini bu gücü istemediğim için, kalbimi ve kulaklarımı acı çekme pahasına beni çevreleyen seslere kapatmamayı denemek için yaptım. Bir doktor ya da bir dolandırıcı olma olasılığı yüzde elli olan bir ayyaşın sattığı bir ağrı kesiciyi içer gibi ona umut bağladım. Ya öleceğim dedim kendime, bu son deneme kalan son takatimi de tüketip beni öldürecek, ya da iyileşemezsem bile ağrılarım dinecek. Ta ki, başka merhem bulana kadar. Saati aldım ve onlara ne kadar dayanabileceğimi ölçmek için insanların arasına karıştım. Yanımda taşıdığım yükü fark etmiş gibi görünmüyorlardı. Birkaçı uykusuz göründüğümü söyledi, diğerleri de yorgun. Gülümsedim ve aralarına oturdum. Onlar görmeden, anlatmaya değer bulduklarının sarhoşluğuyla başları dönerken kum saatini ters yüz ettim ve beklemeye başladım.
Sesleri ufukta beliren devasa bir çekirge sürüsü gibi ilerliyordu. Kullandıkları sözcükler yavaş yavaş tırmanıyordu üzerimizde. Yeni sözler gelmeden önce gölgeleri geliyordu. Saati dolduran kül hızla akıyordu.
Kemiklerimin ağrıdığını hissettim. Ayaklarım beni hızlıca koşup başka bir ülkeye gitmem için çağırmaya başladı. Kadınların mutfak seti ile değil sevişerek mutlu olduğu, yeni bir koltuk takımı değil yeni bir ada düşlenen, sıcağın bu kadar da bunaltıcı olmadığı bir ülkeye.

"Erdemin ardından git" dedi nesneler.

"Gidemem" dedim "ayıp olur".

"Git erdemin ardından!"

"Gidemem, gidersem onları sevmiyorum sanırlar."

"Sansınlar, git sen yine de!" dedi kolumu yasladığım masa, elimdeki kahve fincanı.

"Kötü değil onlar, sadece ölçütlerimiz farklı, ben hayatın değerini geçen zamanda arıyorum, onlar başkalarının beğenisinde." dedim.

"Peki o başkaları nerede arıyor" diye sordu sigaranın dumanı, "ya da aramayıp onlara işaret edilen yerde olduğunu mu varsayıyorlar, hiç aramadıkları için hep oldukları yerde mi kalıyorlar, dünyaları oldukları yer kadar mı kalıyor böylece, oraya sığmayı mı öğreniyorlar, oraya sığamayanlardan nefret mi ediyorlar? Peki sen kendini o tabut kadar boşluğa sığdırabilsen bile o aşık olduğun sessizliği de sığdırabilecek misin?"

"Kibir bu!"

"Öyle, ama senin kibirli olduğun gerçeği, onların kendi ayaklarına vurduğu prangaları kırmıyor. Zaten, gerçeğe yalnız yürünür."

Saati yana yatırdım. Zaman iki yana da akıyordu. Orada, onların arasında kalsam ne geçmişim akabileceği bir geleceğe ne de geleceğim onu besleyecek bir geçmiş sahip olacaktı. Biraz daha denemek istedim, kadınların ağızlarından çıkanlar yerine, kalp atışlarını duymayı denedim. Olmadı. Tüm sessizlikler, birbirinin aynısı hayatlarla gölgeleniyordu.
İçine doğru yürümeye karar verdiğim sessiz gecelerde suçluluk duygumu işitmeyip kibrimi hatırlamamak için kendime, unutmak istedikleri ya da hiç bilmemeyi seçtikleri şeyleri hatırlatıp nefret edecekleri yeni bir şeyler vermemek için onlara son bir iyilik yaptım ve gittim. Giderken de sadece sustum, hiç bir şey itiraf etmedim.