Monday, July 22, 2013

Kendi Gölgesinde Yaşayan İnsan: Ulus Baker

"Her insanın kendine özgü bir ritmi vardır. Yazar olsun, filozof olsun, eğer bir insanı gerçekten anlamak istiyorsanız, yazdıkları, söyledikleri üzerinde düşünmeden önce onun ritmini bulmaya, yakalamaya çalışın."
Gilles DELEUZE
“Anlamak yaşamla kurabileceğimiz ilişkilerden sadece biridir.  Her şeyi anlamak zorunda değiliz.”
Ulus BAKER

     Düşüncenin bir ağırlığı varsa, düşünmek bu ağırlığı sırtlanmak demek. Tarihin bir noktasındasın, başka bir noktadan gelen insanların, toplumların, görüngülerin taşıdığı bir yük yanaşıp usulca omuzlarına tünüyor. Bir su yatağının ortasında, onu çevreleyen akışın içinde bütün dinginliğiyle duran bir kaya parçasının dört yanından ilerleyen hidrojeni ve oksijeni zerrelerine kadar hissetmesi, hissettikçe aşınması, aşındıkça suya karışması gibi aklın sürekli hayatın büyük akışına karışıyor. Dünyanın başka bir yerinde ise bir çiçek susuzluktan ya kuruyor, ya kurumuyor. Sen dünyanın dışında bir yerde o çiçeği ya görüyor, ya görmüyorsun.
     Ulus Baker aşınan bir taş gibi, akışın içinde aşına aşına yaşadı ve öldü. Hayatına dair sahip olduğumuz nesnel veriler bize onun yaşı, cinsiyeti vb. konularda bilgi veriyor. Fakat onun sesinde bütün bu nesnel verileri bir denklemde karşısına alıp çarpacak ve etkisizleştirecek öznel, ona ait bir tını vardı (bu nedenle okumakta olduğunuz yazı da, tıpkı onun hayatı gibi onun hayatı hakkında değil, onun hakkında). Sesinin sınırları Spinoza’yı, Deleuze’u, bir Çingene şarkısının ritmini,  meydansız kalan bir çarşının tuhaf kederini ve bir Kum Güzeli’ni kapsayacak kadar geniş ve gürdü. Ama dikkatle kulak kabartanlar bu sese alttan alta başka bir sesin de eşlik ettiğini, asıl anlatının, algının ve arzunun evreninden somut gerçekliğin çıplak çölüne düşen bir insanın sürgünü olduğunu anlayabiliyordu. Yazılarının ve konuşmalarının ölümün sahip olduğuna benzer dingin bir mutlaklığı içerdiği, anlattıklarının hayatla değil ölümle sağlamasının alındığı, geçmiş, bugün ve gelecekten oluşan –yanıltıcı-düzlemin dışında bir alanda varlık gösterdiği açıktı. Aklı, varlığının belkemiği haline gelmiş kimi düşünürlerin gölgesiymişçesine düşünce dünyasının içine karanlık bir ışık gibi uzanıyor ama hem uzantısı olduklarına hem de uzanmakta olduklarına doğru mesafede kalarak kişiliğini korumayı da başarabiliyordu. Sahip olduğu ve onu, aynı zaman dilimini paylaştığı –aktüalitenin sığ sularında mecalsiz kalmış-  pek çok diğer kanaat işçisi arasındaki herhangi biri olmaktan koruyan birikimi ile o birikimden süzüp anlatmak istedikleri arasında işlevsiz bir bağlaç, basit bir iletkenden ibaret değildi.
Bugün uzaktan bakınca onun, geniş ve ıssız bir bahçeye benzeyen belleğinde olgunlaşıp bir kanaat olarak ağzının ve kaleminin ucuna gelenler arasında kimi zaman olguları insanın hizmetinde dönüştüren kimi zaman ise Tarih’in hasarlı noktaları arasında hissiyat ve algı köprüleri kuran ve büyük akışın devamını sağlayan bir katalizör olduğu açık. Yaşanan, yaşanmayan ve yaşanamayan arasındaki bu ara noktada ömrü boyunca dolaşmış olması ise her şeyden önce ölümün ta en başından beri onun varlığının harcında normal bir insanınkinden çok daha fazla yer aldığını, arzu ve kanaatlerini salt aklın bahçesinde bulup yetiştirdiğini söylüyor ve belki varlığına bir anlam vermek için onunla yakın temasa giremeyenlerin çoğunun neden Ulus Baker’in üretimi yerine mitlerine yöneldiğini de açıklıyor: Kapsadığı tüm olgular ve olaylar ile birlikte Tarih, Ulus Baker için -diğer tüm anlamlarıyla beraber- aklının hareketlerini izleyebileceği bir aynaydı.  Onun bir noktasında bulunuyor olduğu bilgisini ya unutmuş ya da isteyerek usundan silmiş, bedeninin ağırlığından kurtulmuş ve bir fikir olarak kalmıştı. Fakat fikirler unutulan bir bedenin yorgunluğunu ve hırpalanmışlığını onarmak için yeterli değildirler ve yetmediler. Baker kurduğu tüm köprülerden gerisingeri yürüyüp (ya da başka bir yoruma göre ilerleyip) yansıdığı ışıksız aynanın içinde kayboldu, varlığı pek çok insan için iki boyutlu bir imaja indirgendi.  Fakat neyse ki, Ölüm onun kanaatlerini bütünüyle elimizden almayı başaramadığı gibi, bir kısmını daha da anlamlı kıldı. Arkadaşlarının bilgisayarlarına tozlu klavyelerden düşmüş, çekmecelerde unutulup kalmış, ansızın bir kitaplığın derinliklerinde taslak olarak keşfedilmiş ve basılarak paylaşıma açılmış pek çok düşüncesi tıpkı onun kendi varlığında gerçekleştirmeyi başardığı gibi, zamanın bir dilimine hapsolmamayı başardı, başarıyor. Bu kırık hasarlı kelimeler bize pek çok şeyle birlikte gülmeyi, güldürmeyi, hazzın kederini ve kederin hazzını tanıyan bir insanla karşı karşıya olduğumuzu da söylüyor.  Bu nedenle de fiziksel varlığının bizimkiyle kesiştiği zaman dilimi boyunca, bugün onun adını kendi “trade-making” çalışmaları için kullananların, onun adından yapılma bir kalkanın ardına saklanıp kendine alan açmaya çalışanların,  Ulus Baker’i bir güç ve iktidar sembolü olarak fetiş haline getirenlerin aksine bu  “çok sigara içen derin adam” imgesinden çok daha fazlasını imlediği, yaşamını kendini bir kanaat önderi olarak kurmak için araçsallaştırmadığı yazdığı her satırda bir kez daha yankılanıyor (kanaat ticaretinin labirentlerinde “kulaklarını” kaybedenler işitmese bile). Bu yüzden bugün, Ulus Baker hakkında susmak neredeyse Ulus Baker hakkında konuşmaktan daha verimli bir üretim.   Bu yüzden bugün, şu an, şu saniye hâlâ daha, Baker’in aklının birbirine ulanan iki düşüncenin kesiştiği yerde gülümsediğini hissetmek, o geniş bahçenin en karanlık saatlerinde onunla dolaşmak ve zamanın tüm çemberlerini kırıp özgürleşmiş bir anın başıboşluğunda tarihin içine damlamak mümkün.  Bu yüzden bütün mümkünlerin ötesinde, onun da usunda kendini gösteren bir Olasılıksız, insana ait bir düş, bütün güzelliği ve bozulmamışlığıyla hâlâ insanlığın kendine yanaşmasını bekliyor. Ulus Baker Tarih’in akışına kendini bırakarak Tarih’in de ötesinde bir yere vardı. Ama Tarih de Ulus Baker gibilerin akışında ilerliyor. Hâlâ.
    Bu satırların yazarı bir gece, karanlık bir suyun başında Ulus Baker’le karşılaştı. Eğilip suyu içtiler, karanlık da yükselip onları geri içti. Ertesi gün Baker’in artık uzun ve güzel bir cümle olduğunu öğrendi. Boğazında kara su, onu anlamaya çalıştı, çalışıyor. Bir yerlerde bir çiçek ya kuruyor, ya kurumuyor.

Monday, November 5, 2012

Utanma


Tanrı, karanlığa ve kimsesizliğine dokundu, kainatı yarattı.  Kainat başıboş gezen yıldızları taşıyordu, yıldızlar iki karanlığın ortasında buluşup birbirlerine dokununca suyu, ışığı ve nefesi yarattılar. Su ve ışık ve hava kenetlenip toprağı, toprak  da insanı doğurdu. İnsan onu çevreleyen ne varsa arasından geçip tarihini yazdı. Ve ben geriye kalan ne varsa, Tanrı'dan, yıldızlardan, tarihten ve insanlardan, kendimi yaratmaya, kendi çıplak karanlığıma şekil vermeye çabalıyorum. Formların ve taşıdıklarının arasında dolaşıyor, her aynada başka bir şekilde yansıyan köşelerimi keşfediyorum. Doğrunun başlangıç ve bitiş noktalarını değil, o noktaları birbirine ulayanın ne olduğunu merak ediyorum; eylemi ve belleği olan insanlar ile olmayanlar arasındaki farkı, insanın nerede başlayıp nerede bittiğini, bir gülün yeşermesi için kaç tane yağmur damlası gerektiğini, neyin soru neyin cevap olduğunu soruyorum kendime. Elimden gelseydi, kelimeleri de basamaklar gibi birbirine eklenince beni arasında sıkıştığım noktaların uzağına götürecek şekilde sıralar, yükselen cümleler kurardım herkese.

...

Kelimelerin taşıdığı anlamlara değil, taşıyabilecekleri anlamlara kulak kabarttığın için mi bu kadar uzaksın anlatabilmekten? Hareketlerin hiç bir eylemi taşımadığı için, amaçsız ve yönsüz seviştiğin, içtiğin, uykusuz kaldığın için mi duraksadın? Biliyorsun değil mi, hiç bir yere taşımayacak seni bu birbirine ulanmayan ölgün anlar. Hep kendi kafesinden izleyeceksin kendi gökyüzünü. Seni ne kurtarabilirdi? Hangi yolsa sapmasaydın yürümeye devam edişinin bir anlamı olacaktı? Öyle bir yol var mıydı? Sen ki bütün yanlışları kendinde başladın ve bitirdin, doğru bir yoldan yürüyebilir miydin?

...

Her şey çok kişisel görünüyor ama aslında kendi bedenimde, daha büyük bir şeyi tartışıyorum.

...

Düğümümün nerede başlayıp nerede bittiğini bilmediğim için tutup çözemiyorum. Çözmek yerine darağacındaki bir halat gibi başımın üstünde tutuyorum onu. Dayanılmaz hale geldiğinde ayaklarım nasıl olursa olsun biraz yerden kesilsin diye.

...

Pis, karanlık gökyüzü. Yağ üstüme. Beni yeşert, sen arın.

...

Belki benim resmin içindeki yerim, gölgenin düştüğü karanlık, bakmaktan kaçınılan taraftadır? Kendimi hala resmin içinde hissetmek ve görmek için bunu hatırlamam gerekiyor. O halde nereden başlamalı, bu karanlığa nasıl bir şekil vermeli, ona nasıl dokunmalıyım? Ondan ne çıkarmalıyım? Saatin çarkları boşlukta dönen nereye gittiği belli olmayan bir tekerlek gibi, anlamsızca aşınmadan dönüyor. Onları nasıl durdurmalıyım?

...

Gözüme kir bulaştığı için mi her şeyi, herkesi kirli görüyorum? Bütün bu vizyonlar zihnimde parlayıp sönen ışık  parçaları, gölgelerin figürleri bana bir resim göstermeyecekse neden var? Nereden geliyorlar ? Neden bana geliyorlar? Yaşamın aksinde duran başka bir yaşamı görüyorsam, yaşamda kendime bir yer açabilir miyim? Peki benim aksimde ne var? Ben var mıyım?

...

Sen bana bakarken beni ve hayatı görüyordun. Ben ise sadece seni gördüm hep. Bu yüzden sen gözünü bana kapadığında hayatı da görebildin. Ben ise karanlıkta kaldım.

...

Varlığıma soluksuz kalırcasına sıkıştığım için yok olmaya açılan geçitler görüyor olabilir miyim? Ölmeli miyim?

...

Her hareketimde çevremi saran binlerce diken etime, ruhuma batıyor, beni hareketsiz, yaşamsız kalmaya ikna ediyor.

...

Hep aynı anın, bu anın, şimdinin içindeyim ama ondan önceki ve sonraki anların ona uzanan kollarını hissedecek kadar geniş yaşadığım için zamanla birlikte deviniyor, kendimden kendime düşüyorum, kendime ulaşamazken.

...

Uzak kışların beyaz sabahları, bulun beni. Saklayın, uyutun.

Tuesday, October 30, 2012

Az



Pek az sözcük duygusunu tek başına tam anlamıyla taşıyabilecek kadar güçlü ve diğer sözlerden bağımsızdır.  Tıpkı pek az insan gibi.

Pek az insan hiç bir yere ulanmadan sadece duruşuyla bir ifadeyi ve anlamı taşıyabilecek kadar tek başınadır. Tıpkı pek az sözcük gibi.

Yine de, çoğu insanın yolu en az bir kez bir sözcükle kesişir; ölümlülük gibi.

Ve diğer insanlar ile diğer sözcükler bu buluşmaya gözleri kapalı, durdukları yerde  kuruyarak eskir, eskir, eskirler.

Bir gün büyük bir sessizlik gelip, her şeyi temizleyecekmiş gibi.

.
.
.

(Gelmez.)

Friday, September 21, 2012

Bir Akşamüstü Helezon


Bazen sallana sallana ilerleyen bir metro vagonunda, uykulu uykulu  giderken ANİDEN AYAĞA FIRLAYIP AVAZ AVAZ DOSTOYEVSKİ'NİN SUÇ VE CEZASINDAN PARÇALAR OKUMAK istiyorum. Sonra gözüm güzel bir kıza takılıyor, sakinleşiyorum.                                   

...

Bir insanın sizinle görüşmek istemiyor oluşu kendisiyle değil sizinle ilgili nedenlerden dolayı gerçekleşiyor olabilir. Kendinizi mükemmel sanmayın ve istenmediğiniz alanın dışına çıkacak, çıktıktan sonra da içeriye kötü bir gölge gibi uzanmak için kimi saçmalıklara başvurmayacak olgunluğu gösterin.

...

- Son bir sigara?
- Gerek yok.
- ...
- Gelmeden içtim ben.

...

Doğanın boşluk tanımadığı çoğumuzun uzlaşıya vardığı bir yalan. Halbuki doğa boşluk tanımadığı için değil, kendisini de kapsayan devasa boşluğu korkuyla doldurmaya çabaladığı için sürekli kendini üretiyor.

...

Yağmur damlaları, kendilerine sığınacak cümleler arayan sahipsiz kelimeler kadar hızlı, sert, yönsüz düştü üstüme. Onları birbirine ulamayı deneseydim, herkesin bu nedensiz oluşlar ittifakının altında kalmasına neden olabilir, küçük bir nefessizliğin ardından herkese huzuru sunabilirdim.  Denemedim, dışarıdan bakınca sadece yağmurda ıslanan bir adam gibi görünmeyi tercih ettim. İnsanı kirinden arındıran acılardan kaçmam, severim.

...

Zamanına ait hissedemedin, tarihin içinde dolaşmaya çıktın. Mekanına ait hissedemedin, kendini yollara vurdun. On kollu, yirmi gözlü, kırk ayaklı bir örümcek gibi zamanların, mekanların, boyutların arasına ağlar örmeyi denedin. Elli parmağınla elli kalem tuttun, her gözünle başka bir uzağa baktın. Şimdi insana ait bir şey arıyorsun geçtiğin her yerde, ara.

...

Halbuki daha sık, daha uzun yağan yağmurlardan ve daha çok siyah beyaz filmden başka hiç bir şey istemedim ki, hiç, hayattan.

Thursday, April 5, 2012

Şiir Rüyadan Damladı

Sevdiğim şairler, sevdiğim suskunluklar gibi. Dokunmadığım, gözlerimle görmediğim, ama orada olduğunu bildiğim, hayatı içine alıp saklayan uçucu renkler. Ben okuru olduğum şairlerle tanışmayı, dost olmayı hiç düşlemedim. Onların sadece bana ait bir yerde, düşüncemde yaşamasından hep mutluluk duydum. Ama dün gece, yüksek ateşle ter dökerek yatağımda kıvranırken, rüyamda bir şairin, bir şiirini çalmaya kalkıştım. Onu ait olduğu yerden koparıp içinde olduğum ana çekmeye çabalarken de uyandım.

Şiirden aklımda kalan tek dize, ilk dizesi; "her baba bir itiraftır." Beyaz büyük bir tuvalin üstüne siyah pastel (guaj da olabilir emin değilim) boyayla, Şavkar Altınel'in el yazısıyla yazılı, meşe ağacından yapılma bir çerçevenin içinde duruyordu şiir. Londra'da British Museum ile Tate Modern karışımı devasa bir binanın giriş kapısının üstünde asılı duran şiire uzun uzun baktım / bakmışım.

Üç dörtlük olduğunu hatırlıyorum. İlk ikisi biçim olarak her şiir okurunun bildiği türden, klasik dörtlükler. Alt alta sıralı cümlelerden oluşan kısa anlatılar. Üçüncü dörtlük ise Şavkar Altınel'ın şiiri ile hiç bir arada düşünülemeyecek olan belki avantgarde, belki dadaist ama bana hiç birini değil, metafizik bir duyguyu veren semboller; bir cümlenin kelimeleri gibi yan yana sıralanan bir baykuş, bir göz, bir mum ve şimdi ne olduğunu anımsayamadığım başka çizimler.

Şiirin sadece biçim olarak değil içerik olarak da Altınel'in şiriinden farklı olduğunu da hatırlıyorum; onun şiirlerinde kendini çok az ele veren mahremiyetin alabildiğine kullanıldığını, Altınel'in sesinde normalde ancak belli belirsiz rastlanan tutku, heyecan, öfke gibi güçlü duyguların bir baş dönmesi gibi kelimelerin arasında dönüp durduğunu. O devasa binanın giriş kapısının dışında, bir akşam üstü şiire bakarken "demek ki o da bir şeylerin arayışında, demek ki o da aramaktan vaz geçmemiş" diye düşündüm / düşünmüşüm.

Şiire, resme ya da şiir-resme her ne ise, sahip olma arzusu uyandığımda bile beni etkisi altına alacak bir güçle kemiklerimi titretti, nefesimi kesti. Fiyatının müzenin geri kalanına eş olduğunu bir şekilde bildiğim resmi çalmak için sıradan bir turist kılığında binaya girdim. Bir süre, meraklı gözlerle başka resimlerin, heykellerin çevresinde dönen ziyaretçilerin arasında dolaştım durdum. Sonra da içten içe amacımın farkında olduklarını ve beni desteklediklerini bildiğim bütün güvenlik görevlileri ile sessizce bakışıp, onu çalmak için resmin içeriden asılı olduğu odanın merdivenlerini ağır ağır çıktım / çıkmışım.

Odaya girip girmediğimi göremeden uyandım, çalabildiğim de sadece aklımda kalan o ilk dize oldu: "Her baba bir itiraftır."

Bütün bunlar ben uyurken rüyamda olmuş ya da oldu. Ben çok sevdiğim Altınel'in aksine gerçeğin bütünüyle burada, bu anda olduğundan emin değilim. Öyle ki onun şiirlerini bile, beni bir anın, bu anın, şimdinin tutsaklığından kurtarıp daha geniş bir zamanın içinde dolaşma şansı verdikleri için seviyorum. Ama kesinlikle doğru olduğunu bildiğim bir şey varsa, o da Altınel'i bir şekilde okumuş olmanın, o şiirden beslenmenin bana karanlık kelimelerin arasına sıkışmış bir baykuşun kanatları kadar huzur, güç ve yaşama arzusu verdiğidir.

Dilerim o şiirler, şiirleri ona da, bana verdiği yaşama arzusunu verir, düşlerinde bile yalnız bırakmaz. Olur da bırakırsa, Dünya'nın bir köşesinde henüz hiç tanışmamış olduğu bir dostu olduğunu da bilir.

En azından rüyanın hatrına.

Monday, March 26, 2012

Üç Kapı Bir Kilit

I

Kelimeleri ve korkularıyla bir kule kurdular kendilerine. Oradaydın, gördün bunu. İskeleti çürük, duvarları cılız, temeli yok. Yine de hıncahınç bir yarış, bir kargaşa kuleye girmek ve yükselmek için. Uğultuya dönüştü konuşmaları sonra da yakarışa. İzledin bir süre, korku ve merakla, ama aklın yatmadı bu işe. Dolaşmak, çoğalmak varken evrenin yollarında, neden saklamak ister insan kendini ölümcül bir kuleye? Ve hangi tepe noktası daha geniş olabilir, Dünya'nın yüzeyinden? Sen bunları sorarken kötülüğün gösterdiği bir parmak gibi göğe doğru yükseldikce yükseldi kule. Sen ona baktın, o da sana, yoruldun kudretinden. Sonra çektin kurtardın bakışlarını, kulenin ve şehrin uzağına yürümek için. Şimdi izliyorsun dışarıda olduğun yerden, onun kendi içine doğru çöküşünü, toprağın geri çağırdığı zehirli bir bitki gibi. Dikenlerini batırmaktan inatla vaz geçmeyen.

II

Kapıyı kilitledin içeriden. Işıkları söndürdün, yazı masasında bir kaç mum ve görebilmeyi umduğun ışığın hüzmesi yeter sana. Perdeler, uyuyan bir kadının gözleri gibi kapalı (gün ışığı da istemiyorsun, çünkü sana günleri hatırlatıyor). Kendine yeni bir rahim mi arıyorsun, seni içinde taşıması için? O halde ölümü çağıran bu suskunluğun ne? Toprağa dayadın kulağını evrenin sesini işitmek için, bir sırrı işitmeyi bekler gibi. Evren sana konuşmadı. Şimdi yavaş yavaş öğreniyorsun, sessizliğin taşıdıklarını da duymayı ve onun dilini konuşmayı.

III

Varlığının bir ucu uzanıyor var olmamaya -burada. Oraya doğru ilerlemek istiyorsun yoldaki cılız ışıkları takip ederek, ay ışığını pusulan kabul ederek. Halbuki yanlış yok diye bir şey yok, her yol ölüme çıkar, her kapı bilir açılmayı da, kapanmayı bildiği gibi. İnsanın Dünya'ya sunduğu ne varsa, saklıyor senden bu bilgiyi. Burada azalıp, başka bir yerde çoğalıyorsun. Ve dağınık yataklarda arıyorsun kaybettiklerini, kirli yazılarda bir de, ve suskunluğunun dehlizlerinde.

Bulacak mısın ?

Saturday, December 3, 2011

Beden

//"..Kırmızı toprağın içinde, uygun bir sıcaklık ve nem oranında bekleyen çiçek tohumları kışın son yağmuru altında ıslandıktan sonra, baharın ilk güneşiyle kurulanır ve bir tohumdan bir çiçeğe dönüşerek belirir yer üstünde. Genellikle. O, bir istisnaydı. Uzun süren kış geceleri boyunca bedeninin ne tür bir çiçek olarak toprağı ve soğuğu deleceğini düşünmüş, merakla Güneş'in yapraklarına dokunacağı günü beklemişti. Şimdi ise, tüm tahminlerinin aksine bir insanın bedeninde vücut bulan gövdesini şaşkınlık ve korkuyla seyrediyordu. Ayakları toprağın içinde, gövdesi papatyalar arasındayken, bakışını hala yabancısı olduğu bu bedenden güçlükle çekip uzağa, çiçek tarlalarının bittiği yere çevirdi güçlükle. Ufuk çizgisinin altında belli belirsiz, karanlık bir gölgeyi andıran yüzüyle uyumakta olan şehri gördü. Gücünü toplayıp, ayaklarını toprağın içinden çıkardı ve rüzgarla dalgalanan bir ağaç gibi silkinip hala bedeninde duran son toprağı da silkeledikten sonra oraya, şehre doğru yürümeye başladı. Çıplaktı..." \\