Tanrı, karanlığa ve kimsesizliğine dokundu, kainatı yarattı. Kainat başıboş gezen yıldızları taşıyordu, yıldızlar iki karanlığın ortasında buluşup birbirlerine dokununca suyu, ışığı ve nefesi yarattılar. Su ve ışık ve hava kenetlenip toprağı, toprak da insanı doğurdu. İnsan onu çevreleyen ne varsa arasından geçip tarihini yazdı. Ve ben geriye kalan ne varsa, Tanrı'dan, yıldızlardan, tarihten ve insanlardan, kendimi yaratmaya, kendi çıplak karanlığıma şekil vermeye çabalıyorum. Formların ve taşıdıklarının arasında dolaşıyor, her aynada başka bir şekilde yansıyan köşelerimi keşfediyorum. Doğrunun başlangıç ve bitiş noktalarını değil, o noktaları birbirine ulayanın ne olduğunu merak ediyorum; eylemi ve belleği olan insanlar ile olmayanlar arasındaki farkı, insanın nerede başlayıp nerede bittiğini, bir gülün yeşermesi için kaç tane yağmur damlası gerektiğini, neyin soru neyin cevap olduğunu soruyorum kendime. Elimden gelseydi, kelimeleri de basamaklar gibi birbirine eklenince beni arasında sıkıştığım noktaların uzağına götürecek şekilde sıralar, yükselen cümleler kurardım herkese.
...
Kelimelerin taşıdığı anlamlara değil, taşıyabilecekleri anlamlara kulak kabarttığın için mi bu kadar uzaksın anlatabilmekten? Hareketlerin hiç bir eylemi taşımadığı için, amaçsız ve yönsüz seviştiğin, içtiğin, uykusuz kaldığın için mi duraksadın? Biliyorsun değil mi, hiç bir yere taşımayacak seni bu birbirine ulanmayan ölgün anlar. Hep kendi kafesinden izleyeceksin kendi gökyüzünü. Seni ne kurtarabilirdi? Hangi yolsa sapmasaydın yürümeye devam edişinin bir anlamı olacaktı? Öyle bir yol var mıydı? Sen ki bütün yanlışları kendinde başladın ve bitirdin, doğru bir yoldan yürüyebilir miydin?
...
Her şey çok kişisel görünüyor ama aslında kendi bedenimde, daha büyük bir şeyi tartışıyorum.
...
Düğümümün nerede başlayıp nerede bittiğini bilmediğim için tutup çözemiyorum. Çözmek yerine darağacındaki bir halat gibi başımın üstünde tutuyorum onu. Dayanılmaz hale geldiğinde ayaklarım nasıl olursa olsun biraz yerden kesilsin diye.
...
Pis, karanlık gökyüzü. Yağ üstüme. Beni yeşert, sen arın.
...
Belki benim resmin içindeki yerim, gölgenin düştüğü karanlık, bakmaktan kaçınılan taraftadır? Kendimi hala resmin içinde hissetmek ve görmek için bunu hatırlamam gerekiyor. O halde nereden başlamalı, bu karanlığa nasıl bir şekil vermeli, ona nasıl dokunmalıyım? Ondan ne çıkarmalıyım? Saatin çarkları boşlukta dönen nereye gittiği belli olmayan bir tekerlek gibi, anlamsızca aşınmadan dönüyor. Onları nasıl durdurmalıyım?
...
Gözüme kir bulaştığı için mi her şeyi, herkesi kirli görüyorum? Bütün bu vizyonlar zihnimde parlayıp sönen ışık parçaları, gölgelerin figürleri bana bir resim göstermeyecekse neden var? Nereden geliyorlar ? Neden bana geliyorlar? Yaşamın aksinde duran başka bir yaşamı görüyorsam, yaşamda kendime bir yer açabilir miyim? Peki benim aksimde ne var? Ben var mıyım?
...
Sen bana bakarken beni ve hayatı görüyordun. Ben ise sadece seni gördüm hep. Bu yüzden sen gözünü bana kapadığında hayatı da görebildin. Ben ise karanlıkta kaldım.
...
Varlığıma soluksuz kalırcasına sıkıştığım için yok olmaya açılan geçitler görüyor olabilir miyim? Ölmeli miyim?
...
Her hareketimde çevremi saran binlerce diken etime, ruhuma batıyor, beni hareketsiz, yaşamsız kalmaya ikna ediyor.
...
Hep aynı anın, bu anın, şimdinin içindeyim ama ondan önceki ve sonraki anların ona uzanan kollarını hissedecek kadar geniş yaşadığım için zamanla birlikte deviniyor, kendimden kendime düşüyorum, kendime ulaşamazken.
...
Uzak kışların beyaz sabahları, bulun beni. Saklayın, uyutun.
No comments:
Post a Comment