Tuesday, July 12, 2011

Davet



"6 pound 20 cent." Siyah tütün, fransız, mavi. Gardını alamadın, çünkü savaş biteli çok oldu. Geriye sadece uğultusu kaldı.

"Anlat bana." Yol uzar. Cümleler kısalır. Radyoda, sarışın bir kadının sesi. "Çok eskiden, seni ilk gördüğümde.."

Beni ilk gördüğünde, bu istasyondan haberim yoktu. Bu rotayı bilmiyordum. Bir yolcu değildim. Bir yol da var mıydı, artık hatırlamıyorum. "Duran her şey çürür."

"Being a Londoner means being a member of a huge and multicultural family." Kapadığın kapıyı kilitlediğini de anladığımda, içerideki yalnızlığın için üzülmüştüm. Yanılgılar. Cevaplar sağırdır, sorular dilsizse.

- You know what, I was a different person once in a different island and I even had a different name too.
- Really? What was that?
- Ibrahim. Like Lincoln.
- Ah, you mean the president of...

Bütün çocuklar masumdur, bütün çocukluklar bitmeden önce.

Friday, July 8, 2011

Yolcu-luk

"It is kinda weird summer, isn't it" diye sordu, latte yapmak için kullandığı metal nesneyi lavaboda yıkarken, "two days ago, it was hot as hell and now it's almost like we went back to the winter". "Not really, no" diye cevapladım. "It's only in London as you said I guess, in my country it is still not much different than hell as I heard" dedim. Bir yazı, bir hırkanın içinde, elimde sıcak bir latte varken düşünmemdeki anlama gözümü kapayarak. Elindeki metal nesneye ve üzerinden akan sıcak suya bakarak. "Oh, you are not British then. So where are you coming from" diye sorunca ise cevap vermedim, biraz bekledim. Elimdeki latte de, kullandığım dil de hızla soğudu. "That's what I am thinking on" diye cevap verip dışarı çıktım ve bir daha, bir yabancı olmak hakkında, yabancı bir dili kullanarak düşünmemek için kendime söz verdim.

...

Yağmur kara bulutlarla geldi üzerimize ve insanların, nesnelerin, hayvanların arasındaki boşluklara aldırış etmeden hepimizin üstüne yağdı, yağdı, yağdı. Kaçacak bir yeri olmayan herkes, önce kendi bedenine daha da çok çekildi sonra da o bedenin sınırlarından da kurtuldu. Evler, köpekler, yol kenarında büyüyen otlar ve tüm mutsuzlar bir bütün olduk, birleştik. Aç bir köpeğin karnındaki boşlukla izledim dünyayı, bir kapının açılmayan kilidi olmak istedim. Toprağın altına uzanan köklerim hızla kopsun ve rüzgarla birlikte neresi olduğunu bilmediğim bir yere uçuşsun istedim. Yağmur alnımdan, omuzlarımdan, yüzümden kayıp akarken ben de zamanın üstünden akıp gitmek toprağa damlamak istedim. Ama bir şey, bulutları çağıran ve rüzgarı estiren bir şey, izin vermedi bana.

...


Trenler tek bir dakika şaşmadan, duraksamayan bir ritmle, sessizce uzayan bir gölge gibi yanaşıyor platforma, kapılarını açıyor bekleyenlere ve sonra biten gün gibi uzaklaşıyorlar yine, raylarda izlerini bırakarak, boşluğa yer açarak ve ben, ve diğer yolcular platformlarda bekleyen, ve kararan eski kirli tuğlaları istasyonun, baş başa kalıyoruz yine, içimizdeki o henüz gitme sırası gelmeyen, yorgun ve yalnız yolcuyla. Ve gün bitiyor ağır ağır, biten diğer günlere ulanan bir vagon gibi, ama o da almıyor içine bizi.

...

Sonra sustum, sigara söndürdüm yara izlerimde, üzerlerine viski döktüm, kör bir kadına öptürdüm onları ve sustum, ve sustum, ve...
Yaşamak değil tek seçenek ...