"Her
insanın kendine özgü bir ritmi vardır. Yazar olsun, filozof olsun, eğer bir
insanı gerçekten anlamak istiyorsanız, yazdıkları, söyledikleri üzerinde
düşünmeden önce onun ritmini bulmaya, yakalamaya çalışın."
Gilles DELEUZE
Gilles DELEUZE
“Anlamak
yaşamla kurabileceğimiz ilişkilerden sadece biridir. Her şeyi anlamak zorunda değiliz.”
Ulus BAKER
Ulus BAKER
Düşüncenin bir ağırlığı varsa, düşünmek bu ağırlığı sırtlanmak demek. Tarihin bir noktasındasın, başka bir noktadan gelen insanların, toplumların, görüngülerin taşıdığı bir yük yanaşıp usulca omuzlarına tünüyor. Bir su yatağının ortasında, onu çevreleyen akışın içinde bütün dinginliğiyle duran bir kaya parçasının dört yanından ilerleyen hidrojeni ve oksijeni zerrelerine kadar hissetmesi, hissettikçe aşınması, aşındıkça suya karışması gibi aklın sürekli hayatın büyük akışına karışıyor. Dünyanın başka bir yerinde ise bir çiçek susuzluktan ya kuruyor, ya kurumuyor. Sen dünyanın dışında bir yerde o çiçeği ya görüyor, ya görmüyorsun.
Ulus Baker aşınan bir taş gibi, akışın içinde aşına aşına yaşadı ve öldü. Hayatına dair sahip olduğumuz nesnel veriler bize onun yaşı, cinsiyeti vb. konularda bilgi veriyor. Fakat onun sesinde bütün bu nesnel verileri bir denklemde karşısına alıp çarpacak ve etkisizleştirecek öznel, ona ait bir tını vardı (bu nedenle okumakta olduğunuz yazı da, tıpkı onun hayatı gibi onun hayatı hakkında değil, onun hakkında). Sesinin sınırları Spinoza’yı, Deleuze’u, bir Çingene şarkısının ritmini, meydansız kalan bir çarşının tuhaf kederini ve bir Kum Güzeli’ni kapsayacak kadar geniş ve gürdü. Ama dikkatle kulak kabartanlar bu sese alttan alta başka bir sesin de eşlik ettiğini, asıl anlatının, algının ve arzunun evreninden somut gerçekliğin çıplak çölüne düşen bir insanın sürgünü olduğunu anlayabiliyordu. Yazılarının ve konuşmalarının ölümün sahip olduğuna benzer dingin bir mutlaklığı içerdiği, anlattıklarının hayatla değil ölümle sağlamasının alındığı, geçmiş, bugün ve gelecekten oluşan –yanıltıcı-düzlemin dışında bir alanda varlık gösterdiği açıktı. Aklı, varlığının belkemiği haline gelmiş kimi düşünürlerin gölgesiymişçesine düşünce dünyasının içine karanlık bir ışık gibi uzanıyor ama hem uzantısı olduklarına hem de uzanmakta olduklarına doğru mesafede kalarak kişiliğini korumayı da başarabiliyordu. Sahip olduğu ve onu, aynı zaman dilimini paylaştığı –aktüalitenin sığ sularında mecalsiz kalmış- pek çok diğer kanaat işçisi arasındaki herhangi biri olmaktan koruyan birikimi ile o birikimden süzüp anlatmak istedikleri arasında işlevsiz bir bağlaç, basit bir iletkenden ibaret değildi.
Bugün uzaktan bakınca onun, geniş ve ıssız bir bahçeye benzeyen belleğinde olgunlaşıp bir kanaat olarak ağzının ve kaleminin ucuna gelenler arasında kimi zaman olguları insanın hizmetinde dönüştüren kimi zaman ise Tarih’in hasarlı noktaları arasında hissiyat ve algı köprüleri kuran ve büyük akışın devamını sağlayan bir katalizör olduğu açık. Yaşanan, yaşanmayan ve yaşanamayan arasındaki bu ara noktada ömrü boyunca dolaşmış olması ise her şeyden önce ölümün ta en başından beri onun varlığının harcında normal bir insanınkinden çok daha fazla yer aldığını, arzu ve kanaatlerini salt aklın bahçesinde bulup yetiştirdiğini söylüyor ve belki varlığına bir anlam vermek için onunla yakın temasa giremeyenlerin çoğunun neden Ulus Baker’in üretimi yerine mitlerine yöneldiğini de açıklıyor: Kapsadığı tüm olgular ve olaylar ile birlikte Tarih, Ulus Baker için -diğer tüm anlamlarıyla beraber- aklının hareketlerini izleyebileceği bir aynaydı. Onun bir noktasında bulunuyor olduğu bilgisini ya unutmuş ya da isteyerek usundan silmiş, bedeninin ağırlığından kurtulmuş ve bir fikir olarak kalmıştı. Fakat fikirler unutulan bir bedenin yorgunluğunu ve hırpalanmışlığını onarmak için yeterli değildirler ve yetmediler. Baker kurduğu tüm köprülerden gerisingeri yürüyüp (ya da başka bir yoruma göre ilerleyip) yansıdığı ışıksız aynanın içinde kayboldu, varlığı pek çok insan için iki boyutlu bir imaja indirgendi. Fakat neyse ki, Ölüm onun kanaatlerini bütünüyle elimizden almayı başaramadığı gibi, bir kısmını daha da anlamlı kıldı. Arkadaşlarının bilgisayarlarına tozlu klavyelerden düşmüş, çekmecelerde unutulup kalmış, ansızın bir kitaplığın derinliklerinde taslak olarak keşfedilmiş ve basılarak paylaşıma açılmış pek çok düşüncesi tıpkı onun kendi varlığında gerçekleştirmeyi başardığı gibi, zamanın bir dilimine hapsolmamayı başardı, başarıyor. Bu kırık hasarlı kelimeler bize pek çok şeyle birlikte gülmeyi, güldürmeyi, hazzın kederini ve kederin hazzını tanıyan bir insanla karşı karşıya olduğumuzu da söylüyor. Bu nedenle de fiziksel varlığının bizimkiyle kesiştiği zaman dilimi boyunca, bugün onun adını kendi “trade-making” çalışmaları için kullananların, onun adından yapılma bir kalkanın ardına saklanıp kendine alan açmaya çalışanların, Ulus Baker’i bir güç ve iktidar sembolü olarak fetiş haline getirenlerin aksine bu “çok sigara içen derin adam” imgesinden çok daha fazlasını imlediği, yaşamını kendini bir kanaat önderi olarak kurmak için araçsallaştırmadığı yazdığı her satırda bir kez daha yankılanıyor (kanaat ticaretinin labirentlerinde “kulaklarını” kaybedenler işitmese bile). Bu yüzden bugün, Ulus Baker hakkında susmak neredeyse Ulus Baker hakkında konuşmaktan daha verimli bir üretim. Bu yüzden bugün, şu an, şu saniye hâlâ daha, Baker’in aklının birbirine ulanan iki düşüncenin kesiştiği yerde gülümsediğini hissetmek, o geniş bahçenin en karanlık saatlerinde onunla dolaşmak ve zamanın tüm çemberlerini kırıp özgürleşmiş bir anın başıboşluğunda tarihin içine damlamak mümkün. Bu yüzden bütün mümkünlerin ötesinde, onun da usunda kendini gösteren bir Olasılıksız, insana ait bir düş, bütün güzelliği ve bozulmamışlığıyla hâlâ insanlığın kendine yanaşmasını bekliyor. Ulus Baker Tarih’in akışına kendini bırakarak Tarih’in de ötesinde bir yere vardı. Ama Tarih de Ulus Baker gibilerin akışında ilerliyor. Hâlâ.
Bu satırların yazarı bir gece, karanlık bir suyun başında Ulus Baker’le karşılaştı. Eğilip suyu içtiler, karanlık da yükselip onları geri içti. Ertesi gün Baker’in artık uzun ve güzel bir cümle olduğunu öğrendi. Boğazında kara su, onu anlamaya çalıştı, çalışıyor. Bir yerlerde bir çiçek ya kuruyor, ya kurumuyor.
Ulus Baker aşınan bir taş gibi, akışın içinde aşına aşına yaşadı ve öldü. Hayatına dair sahip olduğumuz nesnel veriler bize onun yaşı, cinsiyeti vb. konularda bilgi veriyor. Fakat onun sesinde bütün bu nesnel verileri bir denklemde karşısına alıp çarpacak ve etkisizleştirecek öznel, ona ait bir tını vardı (bu nedenle okumakta olduğunuz yazı da, tıpkı onun hayatı gibi onun hayatı hakkında değil, onun hakkında). Sesinin sınırları Spinoza’yı, Deleuze’u, bir Çingene şarkısının ritmini, meydansız kalan bir çarşının tuhaf kederini ve bir Kum Güzeli’ni kapsayacak kadar geniş ve gürdü. Ama dikkatle kulak kabartanlar bu sese alttan alta başka bir sesin de eşlik ettiğini, asıl anlatının, algının ve arzunun evreninden somut gerçekliğin çıplak çölüne düşen bir insanın sürgünü olduğunu anlayabiliyordu. Yazılarının ve konuşmalarının ölümün sahip olduğuna benzer dingin bir mutlaklığı içerdiği, anlattıklarının hayatla değil ölümle sağlamasının alındığı, geçmiş, bugün ve gelecekten oluşan –yanıltıcı-düzlemin dışında bir alanda varlık gösterdiği açıktı. Aklı, varlığının belkemiği haline gelmiş kimi düşünürlerin gölgesiymişçesine düşünce dünyasının içine karanlık bir ışık gibi uzanıyor ama hem uzantısı olduklarına hem de uzanmakta olduklarına doğru mesafede kalarak kişiliğini korumayı da başarabiliyordu. Sahip olduğu ve onu, aynı zaman dilimini paylaştığı –aktüalitenin sığ sularında mecalsiz kalmış- pek çok diğer kanaat işçisi arasındaki herhangi biri olmaktan koruyan birikimi ile o birikimden süzüp anlatmak istedikleri arasında işlevsiz bir bağlaç, basit bir iletkenden ibaret değildi.
Bugün uzaktan bakınca onun, geniş ve ıssız bir bahçeye benzeyen belleğinde olgunlaşıp bir kanaat olarak ağzının ve kaleminin ucuna gelenler arasında kimi zaman olguları insanın hizmetinde dönüştüren kimi zaman ise Tarih’in hasarlı noktaları arasında hissiyat ve algı köprüleri kuran ve büyük akışın devamını sağlayan bir katalizör olduğu açık. Yaşanan, yaşanmayan ve yaşanamayan arasındaki bu ara noktada ömrü boyunca dolaşmış olması ise her şeyden önce ölümün ta en başından beri onun varlığının harcında normal bir insanınkinden çok daha fazla yer aldığını, arzu ve kanaatlerini salt aklın bahçesinde bulup yetiştirdiğini söylüyor ve belki varlığına bir anlam vermek için onunla yakın temasa giremeyenlerin çoğunun neden Ulus Baker’in üretimi yerine mitlerine yöneldiğini de açıklıyor: Kapsadığı tüm olgular ve olaylar ile birlikte Tarih, Ulus Baker için -diğer tüm anlamlarıyla beraber- aklının hareketlerini izleyebileceği bir aynaydı. Onun bir noktasında bulunuyor olduğu bilgisini ya unutmuş ya da isteyerek usundan silmiş, bedeninin ağırlığından kurtulmuş ve bir fikir olarak kalmıştı. Fakat fikirler unutulan bir bedenin yorgunluğunu ve hırpalanmışlığını onarmak için yeterli değildirler ve yetmediler. Baker kurduğu tüm köprülerden gerisingeri yürüyüp (ya da başka bir yoruma göre ilerleyip) yansıdığı ışıksız aynanın içinde kayboldu, varlığı pek çok insan için iki boyutlu bir imaja indirgendi. Fakat neyse ki, Ölüm onun kanaatlerini bütünüyle elimizden almayı başaramadığı gibi, bir kısmını daha da anlamlı kıldı. Arkadaşlarının bilgisayarlarına tozlu klavyelerden düşmüş, çekmecelerde unutulup kalmış, ansızın bir kitaplığın derinliklerinde taslak olarak keşfedilmiş ve basılarak paylaşıma açılmış pek çok düşüncesi tıpkı onun kendi varlığında gerçekleştirmeyi başardığı gibi, zamanın bir dilimine hapsolmamayı başardı, başarıyor. Bu kırık hasarlı kelimeler bize pek çok şeyle birlikte gülmeyi, güldürmeyi, hazzın kederini ve kederin hazzını tanıyan bir insanla karşı karşıya olduğumuzu da söylüyor. Bu nedenle de fiziksel varlığının bizimkiyle kesiştiği zaman dilimi boyunca, bugün onun adını kendi “trade-making” çalışmaları için kullananların, onun adından yapılma bir kalkanın ardına saklanıp kendine alan açmaya çalışanların, Ulus Baker’i bir güç ve iktidar sembolü olarak fetiş haline getirenlerin aksine bu “çok sigara içen derin adam” imgesinden çok daha fazlasını imlediği, yaşamını kendini bir kanaat önderi olarak kurmak için araçsallaştırmadığı yazdığı her satırda bir kez daha yankılanıyor (kanaat ticaretinin labirentlerinde “kulaklarını” kaybedenler işitmese bile). Bu yüzden bugün, Ulus Baker hakkında susmak neredeyse Ulus Baker hakkında konuşmaktan daha verimli bir üretim. Bu yüzden bugün, şu an, şu saniye hâlâ daha, Baker’in aklının birbirine ulanan iki düşüncenin kesiştiği yerde gülümsediğini hissetmek, o geniş bahçenin en karanlık saatlerinde onunla dolaşmak ve zamanın tüm çemberlerini kırıp özgürleşmiş bir anın başıboşluğunda tarihin içine damlamak mümkün. Bu yüzden bütün mümkünlerin ötesinde, onun da usunda kendini gösteren bir Olasılıksız, insana ait bir düş, bütün güzelliği ve bozulmamışlığıyla hâlâ insanlığın kendine yanaşmasını bekliyor. Ulus Baker Tarih’in akışına kendini bırakarak Tarih’in de ötesinde bir yere vardı. Ama Tarih de Ulus Baker gibilerin akışında ilerliyor. Hâlâ.
Bu satırların yazarı bir gece, karanlık bir suyun başında Ulus Baker’le karşılaştı. Eğilip suyu içtiler, karanlık da yükselip onları geri içti. Ertesi gün Baker’in artık uzun ve güzel bir cümle olduğunu öğrendi. Boğazında kara su, onu anlamaya çalıştı, çalışıyor. Bir yerlerde bir çiçek ya kuruyor, ya kurumuyor.