Monday, May 23, 2011

Ağaçlar, Edebiyat ve Toplum Hakkında Kişisel Bir Yazı

Bugüne kadar tutmuş olduğum not defterlerinden yanımda bulunanları önüme serdim. Sırayla sayfaları karıştırdım, kendi yazdıklarımı tavaf ettim. Pek çoğu birbiriyle ilişik, diğerleri ise dünya'ya fırlatılmış bir yabancı gibi, yalnız. Kimi sayfalarda benzer sesler, kimilerinde ise tanımadığım birine ait cümleler gördüm, noktalama işaretleri ve kelimeler arasında boşluklar. Ama tek bir şey hiç değişmemiş; tarih bugüne yaklaştıkça ağaçlar beliriyor sayfalarda. Bazen koca bir paragrafa tek başına sızmış bir kelime kadar küçük, kimi zaman tüm metnin ortasında, kimi zaman da sayfanın kendisi olarak, ama hep artarak, ağaçlardan, ağaçlardan, ağaçlardan bahsediyorum.
Halbuki ben bir şehir çocuğuyum, ruhen ve aklen. Fakir Baykurt sırf köy romanları yüzünden - belki de Jules Verne ile birlikte - hayranlıkla hatmettiğim ilk roman yazarı, hem de yaşım daha on ikiye, on üçe varmadan. Ve köy hep yakınımda oldu, hem bilinen, hem de sevilen bir yer olarak. Ama benim yüzüm hep şehre dönüktü. Küçük bir şehirden, büyük bir şehre, oradan da bir metropole kaçmak, hayatımın kısa bir özeti gibi. Evet, dünya'da betondan kurulma megapoller kadar, yeşil alanları gri binalarından daha çok olan pek çok şehir de var, ama içinde büyüdüğüm küçük şehir de, ne birinci gruba girecek kadar büyük, ne de ikinci gruba girecek kadar şanslıydı. Durum böyle olunca ne zaman, nasıl, neden ağaçlarla böyle bir ilişki kurdum, bilemiyorum.
Edebiyat tarihini şekillendiren ama sosyal önemi diğer edebi kavramların önemi (söz gelimi, toplumcu gerçekçilik, ya da modernizm) kadar yüksek olmadığından yabana atılan kimi kavramlar vardır. Bunlardan biri - ve en sevdiğim - de "oda gerçekliği" kavramıdır. Oda gerçekliği kavramı, yazarın odasındayken farklı bir gerçeklik düzlemine ulaştığı, sosyal hayatın ve toplumun çoğunluğunu oluşturan gurubun algısından ayrıştığını ifade eder. Yazar, gerçeği arama dürtüsüyle de yazsa, kurgunun imkanlarına yaslanarak kendisine yeni bir algı ördüğü için kitlelerin ağzında pelesenk olmamış bir dille konuşmakta ve düşünmektedir, bu da onun kendi algısına ve belleğine ait bir kozmosa çekilmesi ve dünyaya o kozmosun merceğinden bakması anlamına gelir. Bu mercek, günlük hayatın debdebesinden, hiyerarşisinden ve çıkarlarından ayrışmış bir yerde bulunduğu için, bize kimi zaman paylaşılmış gerçeklikten daha net bir gerçeklik algısı sunmayı becerebilir, ama bu haliyle alternatif bir gerçek olmaktan çok, yeni bir gerçekliğin ham hali gibidir. Yazar, eskiyen yaşamlara karşı geleceği sunar; yeni insanı.
Benim odamın gerçekliğinde, bugüne dek dış dünya'dan sızıp gelen pek çok nesne buldum; sokak lambaları, içki şişeleri, boş tuvaller, dağınık yataklar ve artık kullanılmayan eskimiş elbiseler. Ama ağaç? Meşe ağaçları, zeytin ağaçları, badem ve elma ağaçları? Onların da ben fark etmeden odamda boy attığını gördüğümden beri, hiç bilmediği ikinci bir ismi, ikinci bir yaşamı olduğunu keşfeden biri kadar şaşkınım.
Cemal Süreya amiyane tabirle eti bir kazanda kaynamayacak bir ordu insan üzerine yazdığı denemelerini topladığı 99 yüz adlı kitabında, anlattığı her kişinin eline yazının sonunda bir şemsiye iliştirmişti. Bunu da şemsiyeyi tutan kişinin, onu nasıl tuttuğu ve neden tuttuğunu anlatarak kişiliğinin ufak bir özetini çıkartmak için yapmıştı. Kitap ilk yayınlandığında pek anlam verilemeyen bu küçük "hilesini" neden yaptığını açıklarken "ama araştırmadan geri kalmadım, teker teker Kadıköy'ün tüm şemsiyecilerini gezdim, farklı farklı şemsiyelere dokundum, kokladım" diyecek ve şaka yaptığını sanıp gülen röportörün suratına şaşkınlıkla baka kalacaktı. Ben ağaçlarla ilgili böyle bir araştırma yapmadım. Onlarla ilgili tüm bilgim ya kulaktan dolma, ya sezgisel, ya da amprik. Bu yüzden de odamda beliren bu gür dalların nereden geldiğini oturup düşündüm uzun uzun:
1. Çocukken yan komşumuzun bahçesindeki devasa çam ağacı, iki yaşından beri oturduğum evin penceresinden görünse de ne zaman nasıl büyüdüğünü görmediğim için içimi ürpertir, korkuyla karışık bir saygı duymama neden olurdu. Ona dokunmak isterdim. Kimse görmeden dokunursam bu korkunun dineceğini, benim de onun kadar büyük ve güzel olacağımı düşünür, bunu da kimseye söyleyemezdim.
2. Anneannemin evinin bahçesindeki limon ağacı. Altı yaşında, annem kız kardeşime hamileyken bir sene kaldığım o evde, üzerine tırmanıp, iki dalın birleştiği yerdeki çukura sığacak kadar küçük olan bedenimi dallardan biriymiş gibi hissedene kadar yapraklarının arasında saklayıp, birisini bekliyormuş gibi evin karşısındaki boş ovalara baktığım, yorulunca da inip gövdesine sırtımı dayadığım o koca ev. Ağacın altında aileden birilerinin, bir şekilde bir çocuk fuarında çalıştığı dönemden kalma tahta bir at dururdu (hala duruyor) ama inip o atla oynamak aklıma gelmezdi hiç. O, uzaktan izlenen bir şey olarak güzeldi, dünya'nın geri kalanı gibi.
3. Babamla, annemin ağaçları. Ağaç tarlaları? Onların onlarca, yüzlerce ağacı. Babamın ben 14 yaşındayken, ani bir kararla (şehir bıkkınlığı, yorgunluğu) gidip tek tek fidanları için çukur kazdırdığı, fidanlarını diktirdiği badem ağaçları, zeytin ağaçları. Her pazar dedemleri ziyaret ederken arabayla çevresindeki yollardan geçtiğimiz bu ağaçlara inatla yüz çevirmez, annemle, babamı üzme pahasına onlarla ilgilenmezdim. Bir çocuğu yetiştirmekten daha az meşakkatli olmayan bakımlarına yardım etmeyi inatla reddederdim. Bugün bile hatırlayınca beni yoran bir öfkeyle onları ateşe vermeyi düşlediğim bile olurdu. Çünkü onları kıskanıyordum. Onlar için ayrılan vakti, onların annemle babamı hiç hayal kırıklığına uğratmayışını, onların dünyayla benim gibi boğuşma ihtiyacı duymadan sessizce kök salmasını ve büyümesini kıskanıyordum. Ben sıkıştığım küçük alanda bile, kurumakta olan ağacından kopmuş bir yaprağın sancısıyla süzülürken onlar dingin ve vakur duruşlarıyla bana erdemi hatırlatıyordu. Ve tanıdığım pek çok insanın da tıpkı benim gibi, bir ağaç kadar güzel olamayışını, onlardaki eksikliği, yarım kalmışlığı.
Bir erkeğin ölümü, babasının ölümü ile başlar derler. Doğru olsa gerek. Ama bir erkek çocuğunun ölümünün, babasını anlamaya başlayışı ile başladığına eminim. Babamın sağlığındaki sorunu öğrenip ona duyduğum sevginin tüm öfkelerden daha güçlü olduğunu görünce, barıştım ağaçlarla da. Onlarla tanıştım, onlara boyun eğdim. İnsanın karşısındaki güzelliklerinin erdemi hatırlatmadığını, erdemin kendisi olduğunu anladım.
Kişiliğimi, kendi hikayemi, yazdıklarıma çok fazla yerleştirir gibi yapıyorum. Yalan bu. Kişiliğime ait yüzlerden sadece birinin yazılarımda belirmesine izin veriyorum, ve kendimi tamamen sunacak kadar da yetkin hissetmeden de, geri kalanı sunmayacağım. Ne yazıya, ne okura, ne de kendime böyle bir kötülük yapmayacağım. Ama yine de, ben hakkında hiç düşünmeden hayatımdaki yerini sessizce açmış olan ağaçlar, kalemimin de ucunda belirdiği için mutluyum. Belki de, bir odadaki adamın gerçekliği ile, bir ağacın çukurlarına saklanan çocuğun gerçekliği arasında o kadar da büyük bir uçurum yoktur. Ve belki de yazarak büyür bazı çocuklar. Yazarak anlar, sever ve bağışlar.